Napaolis Bölüm 11
Şehrin gardiyanları yanan evin her tarafını sarmıştı. Artık ev denebilecek bir hali kalmamış olan yıkıntının üzerinde gitgide güçlenen ve gücü hiç bitmeyecek gibi tutuşan alevleri söndürmeye çalışan yaklaşık yirmi asker ve başlarındaki liderleri tüm güçleriyle çalışıyorlardı. Liderleri yanan bir tahtayı daha eldivenleriyle eline aldı ve ileriye fırlattı. Güçlü alevlerin etkisiyle eldiveni, hafifçe kızarmıştı. Eldiveni üzerindeki alev sayılamayacak yanıkların eldivenin derinliklerine ve ardından eline ulaşmamasını umuyordu. Ummaktan vazgeçti ve eldivenini çıkardı. Hiç dinmeyen yanıkları kökten yok etmek için eldivenini toprağın üzerine attı ve ağır çizmesiyle üzerine bastı. Eldivenini geri alıp giymeye yeltenirken, adamlarından biri yanına geldi. Oldukça heyecanlı, daha çok da şaşırmış gözüken asker liderinin yanında durdu ve soluklanmaya başladı.
“Ne oldu asker? Birilerini bulabildiniz mi?”
“Ha-hayır efendim.”
Askerin boğazındaki kuruluğu giderme çabasıyla yutkunması, cümlesinin sonunu biraz anlaşılmaz hale getirmişti.
“O zaman neden yanıma geldin? Başka bir şey mi var?”
“Benimle gelmenizi isteyeceğim efendim, oldukça önemli bir şey var.”
Hala derin derin soluklar alan asker arkasını döndü ve hızlı adımlarla liderini peşine takarak evin arka tarafına doğru gitti. Orada iki asker daha evin sönmüş kalıntılarının yanında bekliyolardı. İkisi de yüzlerindeki garip ifadeyle liderlerine bakıyorlardı. Adamın merakı kat kat artmıştı.
Asker, bir cismin üzerini örtmekte kullanılmış ama oldukça özensizce konulmuş tahta parçasını kaldırdı ve tahtanın altındaki kalın ve eski kitabı kaldırdı. İki eliyle dikkatlice kitabı tutan asker doğruldu ve kitabı liderine uzattı. Şaşkın bir ifadeyle askerin gözlerine bakan adam, şaşkındı. Bu kadar büyüttükleri şey, yalnızca bir kitap mıydı? Evin sahibi bir öğretmendi, evinde kalın kitaplar olması doğaldı. Adam kitabı eline aldı ve kapağını inceledi. Üzerinde herhangi bir şey yazıyorsa da külden gözükmez hale gelmişti. Kapağı açtı ve ince saman yapraklar arasında gözlerini gezdirdi. Açtığı her sayfada gözleri genişliyor, dokunduğu her yaprakta kalbi daha hızlı çarpıyor, okuduğu her kelimede şaşkınlığı artıyordu. Kafasını kaldırdı ve kendisi kadar şaşkın askerlerine baktı.
“Bu bir büyü kitabı.”
*****
Ağır zırhlar içinde zor yürüyen adam merdivenlerden inmeye başladı. Birkaç basamak aşağıya doğru ilerledi ve merdivenlerden inip, sola dönerek yürümeye devam etti. Karşısındaki hücrede oturan yaşlı adamın yüzünde yıllardır bu kadar mutlu bir ifade görmemişti. Kemerinde asılı anahtarlığı çıkardı ve asılı duran yaklaşık on anahtardan birini seçti. Hücrenin anahtar deliğine soktu ve çevirdi. Hiçbir şey olmamıştı. Gardiyan anahtarı delikten çıkardı ve denediği anahtarın yanındaki anahtarı eline alarak deliğe soktu. Yine hiçbir şey olmamıştı. Anlaşılan kapı açma faslı uzun sürecekti. Yaşlı adam bir eliyle yerden destek alarak ayağa kalktı ve kalçasına yavaşça vurarak yılların tozunu vücudundan attı. Sakin bir şekilde soluna döndü ve uzun zamandır onunla olan hapishane arkadaşına baktı. Yüzündeki gülümseme hala yok olmamıştı.
“Görüşürüz dostum, kendine iyi bak.”
Otuz beş yaşından daha yaşlı olmayan adam hapishane arkadaşının sözleri üzerine başını hafifçe öne doğru salladı. Onun da yüzünde aynı gülümseme vardı. Arkadaşı için mutluydu.
Gardiyan beş anahtarı denemişti. Özgürlüğe az kalmıştı. Sağ tarafına döndü ve orada beş yıldır oturan ama bir kelime bile konuşmayan adama döndü. Ona da ‘arkadaşım’ demek isterdi ama konuşması için onu zorlayacak değildi. Bir ömürlük birikimin ve rütbenin altındaki pis işlerin açığa çıkması ve her şeyin bitmesi, cidden zor bir durum olmalıydı. Ama ihtiyarın üzülecek bir mülkü yoktu. Mülksüzlüğü seviyordu.
“Kendine iyi bak, umarım buradaki zamanın çabuk geçer.”
Suskun adam suskunluğunu bozmamış ve hiçbir cevap vermeden oturmaya devam etmişti. Gardiyan dokuzuncu anahtarı deliğe soktu ve çevirdi. Deliğin içinde tıkırdayan kilitler hareket etti ve demir kapı serbest hale geldi. Gardiyan kapıyı kendine doğru çekti ve adamın özgürlüğünün önündeki kirli demir parçalarının etkisini bitirmiş oldu. Yavaş adımlarla dışarı çıkan ihtiyar, gardiyanla birlikte merdivenlere doğru yürüdü ve yukarı çıktı. Yıllardır gördüğü tek ışık bir mumdan süzülen ışıktı. Üst kata ulaştı ve uzun koridorda yürümeye başladı. Koridorun iki tarafı da hücrelerle doluydu. Gardiyanla birlikte koridorun sonuna, kapıya doğru yürüyen adam etrafındaki hücrelere bakıyordu. Hücrelerin içindeki mahkumlar yaşlı adamı oldukça kıskanıyorlardı. Fakat bu kıskançlıklarını belli etmeden adamı tebrik dolu sözlerle koridorun ve tutsaklığının sonuna doğru uğurluyorlardı. Aralarından bir kişi alkışlamaya bile başlamıştı. Yaşlı adam daha da mutlu ve heyecanlı bir şekilde kapının kolunu tuttu ve itti. Gardiyan onun arkasında onu izliyordu. Kapının arkasından gelen, alışık olmadığı yoğun ışık gözlerini acıtmıştı. Kapıyı iyice iteledi ve sonsuz ışığın içine atıverdi kendini.
*****
Napaolis şehrinin sarayı oldukça büyüktü. Dağın yamacına kurulmuş şehrin en ucunda tüm şehri görebilen bir kısımdaydı. Kral buraya bayılırdı. İşi olmadığı zamanlar geniş balkonuna çıkar ve en alt tabakaya kadar tüm şehrini izlerdi. Sırf insanları eşit kılabilmek uğruna tabakalar arası duvarları da yıktırmış ve tabakalar arası geçiş sokakları kurmuştu. Ama hala her şeye hükmetmek ve her mala sahip olmak istiyordu. İnsanları kontrol etmek, en sevdiği hobisiydi. Sarayındaki çalışma odasında masasının başına oturmuş, kendince çok ciddi ‘şehir meselelerini’ düşünüyordu. Birazdan istemediği kadar ciddi mesele içine karışacaktı. Çok az kalmıştı.
Çalışma odasının kapalı kapısı yüksek seslerle inledi. Biri kapısını çalıyordu. Oysa ki kaç kere rahatsız edilmek istemediğini belirtmişti, herkese. Masasından destek alarak kalktı ve kapısına doğru yürüdü. Artık ellili yaşlara gelmişti ve yaşı arttıkça odasındaki bu mesafe daha da artıyordu. Kapıya geldi ve kapısının kolunu hızlıca indirerek kapıyı hızlıca açtı. Fazla sinirli değildi ama disiplini bozmamak için sinirli gözükmeliydi. Kötü oyunculuğuyla karşısındaki askere baktı. Asker oldukça heyecanlı gözüküyordu ama bir o kadar da şaşkın.
“Ne var? Rahatsız edilmek istemediğimi sözylemedim mi?”
“Söylediniz efendim, biliyorum. Ama önemli bir konu var.”
“Nedir? Neyle ilgili?”
“Öğretmen Anthrilién’in evindeki yangınla ilgili.”
“Ne olmuş? Yoksa ölmüşler mi?”
“Hayır efendim, ama pek hoşunuza gitmeyecek şeyler bulduk galiba.”
Ne bulmuş olabilirlerdi ki? Yoksa saygı duyduğu bu öğretmen de kendisi arkasından iş mi çeviriyordu? Büyük bir ihanet daha yaşamamayıçok istiyordu. Hemen odasından çıktı ve kapısını kapattı. Askerinin yanından sarayın kapısına doğru yürüdü ve dışarıda bekleyen, kralın atını tutan iki askerin yanına gitti. Askerlerden birinin yardımıyla atına bindi ve hızlıca yangının olduğu yere doğru yol almaya başladı. Arkasında da üç atlı askeri vardı. Şehre sık sık inmezdi, bu yıl bir kez inmişti, bir daha inmemeyi planlıyordu. Ama ne olduğunu mutlaka görmeliydi. Askerlerden duyduğu sözler de ona yetmezdi. Birkaç dakika sonra yoğun bir şekilde parlayan ve yakıcı bir sıcaklık yayan yıkıntıların yanına geldi. İnsanlar etrafına toplanmış meraklı bir şekilde izliyordu. Kral hızlıca, kimsenin yardımını beklemeden atından atladı ve olduğu yerde durarak bakındı. Askerlerinden biri atından indi ve kralın yanına geldi.
“Şurada efendim, Evin arka tarafında.”
Kral hemen askerin gösterdiği yere doğru ilerledi. Hızlı adımları artık koşar adım bile sayılabilirdi. Yangin hemen hemen sönmüştü, artık diğer evler ve halk için bir tehlike teşkil etmiyordu. Evin arka tarafına gitti ve saraydan beri onunda gelen asker, Evin sönmüş kalıntıları üstündeki tahtayı kaldırdı. Askerler aramaya devam etmiş ve yaklaşık on beş büyü kitabı, kırılmış lameller ve büyü parşömenleri bulmuşlardı. Hepsi krala göstermek üzere özenli bir şekilde dizilmişti.
“Nedir bunlar?”
Kralın sorusu üzerine asker eğildi ve kitaplardan birini aldı. Öbür eline de bir parşömeni aldı. Doğrularak kitabı ve parşömeni krala uzatti. Kral, kitabı askerinin elinden aldı ve kapağını açtı. Yaklaşık yirmi dakika önce kitabı inceleyen askerle aynı hisleri yaşıyordu. Heycanı artıyor, boğazı kuruyor ve kalbi hızlanıyordu. Parşömene bakmasına ihtiyacı bile yoktu. Parşömeni tutmayı bıraktı ve hafif kağıt yavaşça yere düştü. İki eliyle sıkıca kavradığı kitabı yere fırlatı ve şiddetli bir tekme savurdu. Kitap, ağır olmasına rağmen fırlayıp alevlerin içinde düşmüştü.
“Kahretsin! Kahretsin! Nerede o? Nerede o hain?!”
Kral kontrolden çıkmıştı. Sinirinden zıplıyor, ağzı köpürüyordu.
“Gebersin, yanarak gebersin! Bir daha görmeyeyim onu!”
Kralın haykırışları askerleri o kadar şaşırtmamıştı, bu tepkiyi bekliyorlardı. Büyüye karşı kurulmuş bir krallığın onuncu kralından başka ne beklenirdi ki?
Kralın nefret kusmuklarıyla evin etrafındaki insan sayısı artmıştı. Sesleri duyan geliyordu. Bir kralı ne bu kadar kızdırabilirdi, akılları almıyordu.
“Çabuk onu bulun! Eğer hala canlıysa, hapse tıkın! İdam cezasını yüzüne tükürürcesine söyleyeceğim! Boynu koparken onu zevkle izleyeceğim! Kopmuş kafasına tüküreceğim o hainin!”
Kral sinirinin etkisiyle her cümlesinin sonunda hıçkırırcasına soluklanmaya çalışıyordu. Boğazı inanılmaz kurumuştu. Yanındaki askere döndü ve haykırdı.
“Su ver bana! Su ver!”
*****
Gözlerini açamıyordu. Üzerinde tonlarca ağırlık hissediyordu. Ne bu kadar ağır olabilirdi ki? Neredeydi? Gözlerini aralamaya çalıştı, artık o parlak ışık yoktu ama hala gözlerini açamıyordu. Göz kapaklarındaki tüm kaslar erimiş gibiydi. Biraz zorladı ve gözlerini kısık bir şekilde açmayı başardı. Yoğun bir yanık kokusu vardı. Elanon yine yemeği mi yakmıştı? Hayır, yakmış olamazdı. Olayları biraz daha hatırlıyordu. Alevleri hatırlıyordu. Şimdi her şey daha netti. Evlerinde büyük bir patlama olmuştu. Elanon yapmış olmalıydı. Onu tehlikeli deneyler yapmaması için uyarmıştı. Dışarıdan insan sesleri duyabiliyordu. Askerler, onları arıyor olmalıydı. Keşke patlama sırasında üst katta olsaydı. O zaman hemen çıkabilirdi. Birden aklına kitapları, günlüğü ve asası geldi. Yoksa, onlar da mı yanmıştı? Yanmamış olmaları için yalvarıyordu. Ama birden askerler ve evin yıkıntıları içinde onları aramaları geldi aklına, ya kitapları bulurlarsa? Kesinlikte idam edilirlerdi. Daha yapması gereken çok şey vardı. Ölemezdi. Artık kitapların yanmış olması için yalvarıyordu. Kollarını kaldıracak enerji bulduğunda tepesindeki tahtayı kaldırmayı denedi. O kadar ağır gözükmüyordu. Kaldıramasa da hareket ettirebiliyordu. Fazla dikkat çekmemeliydi, askerler onu fark etmeden kaçmalıydı. Üstündeki tahtayı ve onun üzerindeki yaklaşık beş tahta parçasını tek hamleyle yan tarafındaki boşluğa itti. Kendi vücudu genişliğinde bir boşluk açılmıştı. Ayağ kalkamasa da doğrularak üzerindeki tahtaları itti. Yüzeye az kalmış olalıydı, sesler giderek netleşiyor ve siyah gökyüzü görülebilir hale geliyordu. Yanmış, hafiflemiş tahtaları kolayca kaldırdı ve kırdı. İçeriye hava doldu ve rahatça nefes aldı. Başını delikten dışarı çıkardı ve etrafı gözetledi. Ona çok yakın bir asker vardı, ama arkası dönüktü. Hemen yan taraflardaki tahtalara basarak dışarı çıktı ve askerin arkası dönükken kaçmaya çalıştı. Ama ayağı altındaki tahtalar tahmin ettiğinden daha çok ses çıkarıyordu. Asker sesleri duyup arkasını döndü ve heyecanla bağırarak Anthrilién’i elinden yakaladı. Tüm askerler yanına gelmişti, kral ise uzaktan onu izliyordu. Canlı çıkmasına çok sevinmişti. Acı çekerken onu görebilecekti.
Askerler Anthrilién’i bir sedyeye yerleştirmiş ve yıkıntıdan uzağa götürüyorlardı. Bu sırada yıkıntıların üzerindeki askerlerden biri başka bir tahtada hareketlenme gördü. Koşar adımlarla hareket eden tahtanın yanına geldi ve onu kaldırdı. Altında hareket eden diğer tahtaları da tek tek çıkarıp fırlattı. Yaklaşık beş tahtanın ardında, bir çok yerinde yanıklar olan Elanon yatıyordu. Asker yardım için haykırdı ve yanına gelenlerle birlikte Elanon’u çekip çıkardılar. Bitkin haldeydi, askerlerlerin onu tutmasına rağmen başı geriye düşüyordu. Ama hala yüzünde bir gülümseme vardı.
*****
Hücresinde tek başına oturan adamı, bir hüzün kaplamıştı. Yıllardır onunla olan arkadşaı gitmişti, arkadaşı için sevinme faslı bitmişti ve artık kendi için üzülmeye başlamıştı. O ne zaman çıkacaktı? Bu sürede ne yapacaktı? Odanın öbür ucudaki hücrede oturan, hiç konuşmayan adamla yıllar geçer miydi? Şu anda hapishanenin kapısının açılmasını ve yanındaki hücreye birinin gelmesini istiyordu. Birden şiddetli bir sesle irkildi. Üst kattaki kapı açılmış, şu anda koridorda birileri yürüyordu. Oldukça eski olan binanın içindeki her ses en alta ulaşıyordu ve yılların tecrübesi, artık yürüyenlerin kaç kişi olduklarını ve kaçının gardiyanlar olduklarını bile anlamasını sağlıyordu. Oldukça kalabalık bir gardiyan grubu vardı. Yanlarında da gardiyanların kalın ayakkabıları kadar ses çıkarmayan iki kişi. Kalabalık grup durdu ve hücrelerden birini kapısı açıldı. Hafif ayakkabılılardan birisi oraya girdi. Kapı kapatıldı. Grup ilerlemeye devam etti, merdivenlere yöneldi. Tam istediği olmuştu. Bir kişi daha geliyordu.Öbür hücredeki eski-general Frenith, kafasını kaldırdı. Nedenini bilmediği bir heyecan içini kaplamıştı. Merdivenlerden üç gardiyan indi, arkalarında elleri bağlanmış bir adam vardı, adamın arkasında da iki gardiyan da yürüyordu. En öndeki gardiyan boş hücrenin kapısı açtı ve kıyafetinde yanıklar olan adamı hücrenin içine doğru iteledi. Bir gardiyan kapıyı üzerine hızlıca kapattı, yanındaki gardiyan da hemen kapıyı kilitledi. Frenith’in gözleri ağzıyla birlikte açılmış, boğazı birden kurumuştu. Yıllardır ölümünü planladığı adam, ayaklarının dibine gelmişti, tek yapması gereken uyumasını beklemekti. Sakin ve soğukkanlı bir şekile boğazını kesecekti. Aylardır yere sürte sürte bileylediği keskin taşı da ona yardım edecekti. Gülümsemesine engel olamadı.
Elanon, kendine gelmişti. Etrafına ve etrafındaki mahkumlara baktı. Onlar da aynı şekilde ona bakıyorlardı. Her hücrede tek bir mahkum vardı. Azalmış bir şekilde de olsa hala gülümsüyordu. Yanındaki hücreye yaklaştı ve parmaklarınların arkasından mahkuma seslendi.
“Merhaba, ben Elanon. Adınız nedir?”
“Quil’hhar.”
“Memnun oldum Quil’hhar.”
Adamın adını kendisi kadar boğazından söylemeye çalışmıştı. İsmine bakılırsa buralı değildi.
“Nerelisin?”
“Buralı değilim, bunu bilsen yeter.”
“Ne için buradasın? Ne suç işledin?”
“Hırsızlık yaptım.”
“Ne çaldın?”
“Ekmek.”
Elanon önüne döndü ve başını dizleri üzerine koyarak dinlenmeye çalıştı.
*****
Kral, yıkıntıların biraz gerisinde, askerlerin kendisi için getirmiş olduğu sandalyeye oturuyordu. Hala sinirinin ve ihanetin üstesinden gelememişti. Askerlerin bulduğu her kitabı inceliyor, daha da sinirleniyordu. Birazdan olacaklardan haberdar olsaydı, bu şehirden kaçıp giderdi.
Ateşler tamamiyle sönmüş, evin yıkıntıları halkın da yardımıyla toplanmış ve kırılarak atılmıştı. Artık Anthrilién’in yaşadadığı evin yerinde bir düzlük vardı. Kral elini alnına götürdü ve olanları unutmaya ve sakinleşmeye çalıştı. Hiç başaracak gibi gözükmüyordu. Odasına geri dönmek istiyordu, uyumak ve bunların hiç olmadığı bir güne uyanmak. Ayağa kalktı ve atına doğru yürümeye başladı. Sarayına geri dönecekti. Elini atına götürdü ve biraz okşadıktan sonra ata binmek üzere zıpladı. Eyere yetişemedi ve geri yere düştü. Sert bir düşüş değildi, normal bir şekilde ayakta durabiliyordu. Birden at sesleriyle irkildi. Sesin geldiği yöne baktı baktı ve beş atlı ona doğru geliyordu. Daha fazla haber istemiyordu, sadece sarayına gitmek istiyordu.
“Şimdi ne var?”
Dedi, oldukça huysuz bir şekilde. Atların üzerindeki askerlerin zırhı, şehir içi güvenliğinden olmadıklarını belirtiyordu. Daha ağır giyinmişlerdi ve ve zırhlarının üzerine koyu sarı renklerde kumaşlarla örtülüydü. Yalnızca sur güvenliğiyle görevli askerler böyle giyinirdi. Peki burada ne işleri vardı? Askerlerden en öndeki atından indi ve hızlı adımlarla kralın yanına geldi. Bugün gördüğü ‘şaşkın askerler’ arasında en şaşkını buydu. Kötü bir haber duymamak için dua ediyordu. Dudağını ısırarak askerin konuşmasını bekledi.
“Kralım, dı-dışarıda,”
“Ne dışarıda? Ne var dışarıda?”
“Bir ordu.”
*****
Anthrilién, hala olanlara karşı şaşkınlığını ve Elanon’a karşı sinirini atlatamamıştı. Yan hücresinde, onu öldürmek isteyen adamdan haberi bile yoktu. Frenith ise hücresinin ucuna, en karanlık köşesine çekilmiş, Anthrilién’in onu fark etmemesi için yüzünü iyice kapatmıştı. Sol hücredeki adam, Anthrilién’in hücresine biraz yaklaştı ve konuşmaya başladı:
“Merhaba, ben Uldir.”
Anthrilién, hücresinin sol tarafına doğru kaydı ve adama yaklaştı.
“Ben de Anthrilién. Memnun oldum.”
Frenith bu isimden ne kadar nefret etse de bu sefer duyduğuna çok sevinmişti. Hatalı değildi. Yan hücresindeki adam gerçekten baş düşmanıydı.
“Ne oldu? Kıyafetlerin yanmış.”
“Eveti bir yangından çıktım.”
“Ben görmeyeli devlet yangında kalanları hapse mi atar olmuş?”
“Sebebi o değil tabi ki. Kralla aram pek iyi değildir, ondan düştüm buraya.”
“Anladım.”
Mahkumlardan hepsi geçmişinden acı duyuyor ve başkalarının geçmişini de kurcalamıyordu. Anthrilién, bir kez daha öbür hücreye baktı ve Uldir’e dönerek konuşmaya devam etti.
“O hücre boş mu, yoksa bana mı öyle geliyor?”
“Hayır değil. Tam beş yıl önce bir adam geldi oraya. Eskiden büyük bir generalmiş, çok zenginmiş. Ama galiba kralın arkasından iş çeviriyormuş. Şimdi de hapiste işte.”
Anthrilién, kaşlarını çatarak yan hücreye baktı. Bu tek bir kişi olabilirdi. Frenith’in gözüken tek yeri olan ayakları titriyordu. Kimliğinin ifşa edilmiş olmasına bu kadar sinirlenmesi de, kendisini, Anthrilién’den sakladığı anlamına geliyordu. Bu da, ondan uzak durması gerektiğinin işaretiydi. O hücreye yakın durmamalıydı. Yeniden Uldir’e dönerek gülümseyerek konuşmaya devam etti.
“Aah, ben onu zaten iyi tanıyorum.”
*****
Kral hızla kapının kolundan tuttu ve kendine doğru çekti. O içeri girmeden, beş asker koruma amacıyla kapıdan girdi. Kral, askerlerin gerisinde yürüyordu. İki yanı da mahkumlarla doluydu. Bu iğrenç yere daha önce hiç gelmemişti. Bir daha gelmek de istemiyordu. Bakışlarını hepmahkumlardan kaçırarak yere bakmaya başladı ve adımlarını hızlandırdı. Buraya gelmeyi, o kişiden yardım istemeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Ama askerlerin söylediğine göre, ordu Napaolis’teki askerlerin asla yenemeyeceği bir orduydu ve henüz hangi krallığa ait olduğu da bilinmiyordu. Tek çaresi onun yardımıydı. İhaneti bu kadar çabuk unutmak istemezdi ama elden bir şey gelmezdi. Askerlerin ardından merdivenlere yöneldi ve hızlıca basamaklardan indi. Frenith, Anthrilién ve Uldir, aynanda başlarını kaldırdılar ve karşıdan gelen kişiyi incelediler. Üçü de onu çok iyi tanıyorlardı. Gelen kişi, Uldir’in, hazinesini çalmaya çalıştığı, Frenith’in arkasından iş çevirdiği, Anthrilién’in ise krallığı içinde büyü kullanarak yaşadığı adam, Kral Elmhar’dı. Kral, Uldir’i umursamadan Frenith’e yaklaştı ve yüzüne acımasızca bakarak,
“Beş yıl içinde tahmin ettiğimden çok daha fazla yaşlanmışsın, adi pislik.”
Dedi ve Anthrilién’e döndü. Bu konuşmayı yapmayı, bu ricada bulunmayı hiç istemiyordu. Derin bir nefes aldı ve sakin bir şekilde Anthrilién’le konuşmaya başladı.
“Hapse gireli bir saat bile olmadı biliyorum. Sana artık sinirli değilim. Anthrilién, cidden, yardımına ihtiyacım var.”
Anthrilién, oldukça şaşkın bir şekilde krala bakmaya devam etti. Hapishaneden çıkacak mıydı? İdam edilmeyecek miydi?
“Ne konuda?”
“Kapıların ardında kocaman bir ordu var ve her şeyi silip süpürecek güçteler. Lütfen, beş yıl önceki gibi şehrimizi kurtar.”
“Surların tahmin ettiğin kadar güçlü değil miymiş? Seni koruyamıyorlar mı?”
Ne Frenith, ne Uldir, ne askerler, ne de Kral, kendisiyle bu kadar aşağılayıcı bir şekilde konuşulduğunu görmemişti. Sinirini saklamaya çalışarak konuşmaya devam etti.
“Karşılığında özgürlüğünü geri vereceğim.”
Anthrilién, Kral’ın kötü oyunculuğundan yalan söylediğini çok iyi anlayabiliyordu. Savaşta kendisini kullanacak, ardından idam ettirecekti. Ancak tek şansı bu savaştı.
“Pekala, kabul ediyorum. Ama, çırağım da buradan çıkmalı.”
“Peki, o da seninle savaşa katılabilir.”
“Tamam o zaman, haydi beni buradan çıkarın.”
Anthrilién yavaşça ayağa kalktı ve gardiyanın açtığı kapıdan geçti. Kralla birlikte merdivenlerden çıktılar ve üst kata vardılar. Frenith, arkalarından sinir püskürüyordu.
Hapishanenin uzun koridorunda Anthrilién, Kral ve askerlerle birlikte yürüdü ve Elanon’un hücresinin önüne geldiler. Elanon, onu dışarıda gördüğüne çok şaşırmıştı. Gardiyanlardan biri kapısını açtı ve dışarı çıktı. Anthrilién’e dönerek,
“Neler oluyor?”
“Dışarıda bir ordu var ve savaşacağız. Sonra özgürüz.”
“Harika!”
Elanon, Anthrilién’in arkasından yürümeye devam etti ve hapishanenin kapısından birlikte çıktılar. Kapının dışında büyük bir at arabası duruyordu. Kral, Anthrilién ve Elanon içine girdiler ve araba ilerlemeye başladı. Anthrilién, Elanon’a dönerek konuşmaya başladı.
“Sana hala sinirliyim.”
“Sinirlenmekte haklısın. Ama neyi başardığıma inanamayacaksın.”
“Ne? Başardın mı?”
“Evet.”
Elanon’un tüm suratına kocaman bir gülümseme yayılmıştı. Kral ise konuştuklarından bir kelime bile duyamıyordu. Elanon kıyafetinin içine sakladığı iksir şişesini gösterdi. Şişe, pembe ile turuncu arasında, ten rengine benzer bir iksirle doluydu.
“Nereden biliyorsun başarılı olduğunu?”
“Sence koskoca patlamanın merkezinden nasıl kurtulabildim? Hiç asa kullanmadan inanılmaz güçlü bir kalkan büyüsü yaptım.”
“Nasıl yani? Tamamen ellerinle mi?”
“Ellerimle ve zihnimle. Bu iksir de senin için. Arabadan indiğimizde hemen iç.”
Elanon, Kral’ın göremeyeceği bir şekilde şişeyi Anthrilién’e uzattı. Anthrilién, şişeyi aldı ve kıyafetinin iç cebine koydu. At arabası, biraz daha ilerledikten sonra yavaşladı ve tamamen durdu. Kral öne doğru eğilerek konuşmaya başladı.
“İkinize de silah vereceğim, isterseniz de zırh. Savaşın içine gireceksiniz.”
“Peki, büyü kullanabilecek miyiz?”
“Asalarınız yanınızda mı?”
“Evet.”
“İhtiyacınız olursa evet, ama çok gösterişli bir şeyler yapmayın, büyücü olduğunuzu pek kişi bilmemeli.”
“Anladım.”
Kral, at arabasından indi ve Anthrilién hemen iç cebinden şişeyi çıkararak mantar tıpasını çıkardı. Hepsini iki yudumda midesine yolladı ve birden tüm vücudunu saran bir titreme hissetti. Elanon, gülümseyerek,
“Nasıl hissediyorsun?”
Dedi. Anthrilién’in titremesi geçinde başını hızlıca sağa ve sola salladı.
“Oldukça iyi.”
Anthrilién ve Elanon birlikte at arabasından indiler. Surların tam önündeydiler. Bir meydan savaşı gözükmüyordu ama aşağıdaki ordu surlara, surlardaki askerler de aşağıya ok atıyorlardı. Kralın ve iki büyücünün bulunduğu yer, fazladan korunaklı bir yerdi. Kral, elini Anthrilién’in omzuna götürdü ve Elanon ve Anthrilién’e bakarak,
“Size güveniyorum. Son umudumsunuz.”
Dedi. İki büyücü arkalarını döndüler, askerler ikisine de birer kılıç vermişlerdi. Aynı anda asalarını da kullanabilmek için kılıçlar tek ellerinde taşıyabilecekleri boyuttaydılar. Surdaki basamaklardan hızlıca aşağı indiler ve kapının arkasına yığılmış binlerce askerin arasından, ordunun en önüne geçtiler. Kral’ın emriyle kapı, yavaşça açılıyordu.
Kapı yarılandı, ve askerler ilerlemeye başladı. Anthrilién, Elanon’un yanına gelerek konuşmaya başladı.
“Nasıl yapacağım?”
“Asanla yaptığının aynısını. Sadece düşün.”
“Bu kadar mı?”
“Evet, bu kadar.”
Ordu iyice ilerledi ve neredeyse yolu yarıladı. İki büyücü en ön saftan biraz gerilemiş, en önü büyük kalkanlı savaşçılar kaplamış, fırlatılan oklara karşı bir duvar görevinde ilerliyorlardı. Fırlatılan oklardan bazıları ordunun ortalarından birilerine isabet ediyor, onlar da ezilerek can veriyorlardı. Kalabalık ordunun bir aklı yoktu. Birkaç kişiyi düşünecek halde değildi.
İki ordu çok yakınlaştı, artık oklar fırlatılmıyordu. Herkes savaş pozisyonuna geçmiş, heyecanla karşı tarafı bekliyorlardı. Anthrilién, Elanon’la birlikte önlerindeki askerlerin duyabileceği bir şekilde saymaya başladı.
“Bir.”
“İki.”
Askerler çekilmek için hazırlanmışlardı. Herkes planı anlamış ve temkinli bir şekilde bekliyorlardı.
“Üç!”
Tüm askerler birden iki yana açılmış, bazıları sıçrayarak yoldan çekilmişti. Karşı taraf olanlardan hiçbir şey anlayamamıştı. İki büyücü sağ ellerinde kılıçlarıyla var güçleriyle koşmaya başladılar. Kimsenin olamayacağı kadar hızlı. İkisi de aynanda kılıçlarını savurdular ve şiddetli savaşı başlatan ilk vuruş, bir çığı düşüren ilk çığlık gibi tüm meydanda inledi. En öndeki savaşçılar tamamen etkisiz hale gelmişti. Anthrilién, geçen sefer ki gibi kontrolden çıkmayacaktı. Elanon’a seslendi.
“Sakın öldürme!”
“Tamam!”
İkisi de büyüleri yardımıyla kılıçlarıyla vurdukları herkesi yalnızca etkisiz hale getiriyor, bazılarını bayıltıyorlardı. Anthrilién, sol tarafından ona doğru gelen bir kılıcı fark etti. Hızlıca eğildi ve kılıca aşğıdan var gücüyle yumruk attı. O saniye yaptığı büyülerin etkisiyle kılıç paramparça olmuştu. Anthrilién, önündeki başka bir savaşçıya tekme attı ve duraksadı. Sol eliyle kılıcına dokundu ve elini tüm kılıç üzerinde kaydırdı. Elinin geçtiği yerler metal rengini bırakıp buz mavisine dönüşüyordu. Anthrilién, buz büyüleriyle efsunladığı kılıcını şiddetli bir şekilde etrafında savurmaya başladı. Kılıcın dokunduğu her şey donuyor ve tuzla buz oluyordu. Kılıç hiçbir vücuda dokunmuyor, hiçbir kanı akıtmıyordu. Yalnızca insanların zırhlarını parçalayarak vücutlarını kısmi bir şekilde donduruyor, bazılarının hareket edememesini sağlıyor, bazılarının ise zırhlarından çıkan parçalarla çok hafif şekilde yaralanmalarını sağlıyordu. Ama kılıcıyla dokunduğu herkes yere düşüyor, savaşamaz hale geliyordu.
Elanon ise bu kadar usta değildi. Şimdiye kadar yanlışlıkla birkaç canı bedeninden ayırmıştı. Bitirdiği her yaşam için ayrı üzülüyordu. En sonunda gözlerini kapatarak sol elini odaklandı ve büyüsünü başarıyla tamamladı. İnsanlardan gelen her kılıç hamlesini kendi kılıcıyla savunuyor, sol eliyle ise dokunduğu herkesi bayıltıyordu. O da Anthrilién, gibi arkasında bıraktığı herkesi yere yığıyordu. Arkalarındaki ordunun neredeyse hiç savaşması gerekmemişti. Hepsi sevinçle haykırıyor ve iki büyücüye moral vermek amacıyla isimlerini bir tezahürat şeklinde bağırıyorlardı.
*****
Kral Elmhar en keskin nişancı olan özel adamının yanında savaşı izliyordu. İki kişilik ordusunun yaptığı güzel işlerden, öldüğünü zanneden her düşmandan ayrı bir tatmin duygusu alıyordu.
“Onları çok iyi izle Gonhem. Kaçmaya çalışacaklardır. Acıma, hemen öldür.”
“Anladım efendim. Emin olun öldüreceğim.”
Kral bir adım geriledi. Berbat ilerleyen bir günü mükemmel bitiriyordu. Bu savaşı kazanmalarının ardından büyük ihtimalle bir daha hiçbir krallık onlara savaş açmaya cesaret edemezdi. Yüzündeki tatmin ifadesini genişleterek Anthrilién’i izlemeye devam etti.
*****
İki büyücü ordunun bir kısmını etkisiz hale getirmişlerdi. Anthrilién, kılıcını son kez savurdu ve buzun etkisiyle önündeki herkes yere yığıldı. Birden duraksadı, önünde asker kalmamıştı.
Aynı anda Elanon da duraksadı. Tüm askerler yaklaşık yirmi metre geriye çekilmişlerdi. Önlerinde yalnızca bir kişi duruyordu. Üzerinde hiç zırh olmayan, tamamen ipek bir cüppe içinde, sağ elindeki tahta sopaya bağlı bir topuz, sol elinde ise uzun bir asa vardı. Anthrilién, gülümseyerek sırtını dikleştirdi. Uzun zamandır bir büyücüyle savaşmamıştı. Yüzüne istemsiz bir gülümseme yayıldı. Elanon ise hala olanları anlamamıştı. Anthrilién, birkaç adım daha ilerledi.
“Teke tek savaş istiyorsunuz anlaşılan.”
Arkasındaki Napaolis ordusu da iyice yaklaşmıştı. Yerde yatan düşman askelerinin arasında duran askerler, daha dağınık gözüküyordu. İki ordu arasında üç büyücü duruyordu. Elanon iyice geriledi ve ordunun önüne geldi. Herkes Elanon’a tebrik dolu sözlerle sesleniyor ve omzuna yavaşça vuruyordu.
Anthrilién, karşı taraftan hiçbir cevap alamamıştı.
“Peki, o zaman istediğiniz olacak!”
Anthrilién iki tarafı da coşturacak şekilde haykırmıştı. Diğer büyücü yavaş yavaş adım atarak sağa doğru ilerliyordu. Anthrilién ise aynı hızda sola.
“Ben Yüce Büyücü Garial Ma’Fhis. Bu son savaşın olacak.”
“Oldukça garip bir isimmiş.”
Anthrilién, çarpışma öncesi yapılan gayriciddi konuşmaları severdi. İki büyücü de yaklaşık bir tur attıktan sonra ilk başta durdukları yere geldiler. İkisi de bu süre içinde ellerinde duran silahlara ve etrafına bakarak düşmanını analiz etmeye çalışmışlardı. Garial hızla sol elindeki asasını ileriye doğru savurdu ve asasının yalnızca ucundan değil, tüm gövdesinden alevler püskürmeye başladı. Alevler oldukça hızlı bir şekilde Anthrilién’e doğru geliyorlardı. Artık görünmez büyüler yapamazdı. Zaten bu savaştan sonra şehire bir daha geri dönmeyecekti. Kılıcını hala geçmemiş olan buz büyüsüyle alevlere doğru savurdu. Kılıca çarptığı anda yok olan alevler etrafı kısa süreliğine dumanla kaplamıştı. Anthrilién, bu dumanın güçlü bir büyüyü hazırlamak için mükemmel bir fırsat olacağını biliyordu. Her iki taraf için de. Kılıcını yere sapladı ve iki elini, aralarında otuz santim kadar boşluk bırakarak üst üste getirdi. Garial, güçlü bir büyü hazırlayamamış, yalnızca asasını yukarı kaldırarak dumanları emebilmişti. Dumanın perdesinin arkasında bulunan şeyi tahmin bile edemezdi. Anthrilién, gözlerini kapatmış, tüm gücünü ellerine yoğunlaştırmıştı. Elleri ortasında inanılmaz parlak bir enerji topu oluşmuştu. Eldiven de giymiyordu. Garial, buna anlam veremiyordu. Hemen asasını kaldırarak bir kalkan büyüsü hazırlamaya başladı.
“Bu imkansız!”
“Büyünün sırlarını bilirsen,”
Garial büyüsünü tamamlamıştı ve şimdi iyice güçlendiriyordu.
“Hiçbir şey imkansız değildir!”
Anthrilién, elindeki muazzam güçlü büyü topunu iki elini de açarak fırlattı. Top, arkasında kalın bir çizgi bırakarak, yaklaşık yarım saniye içinde kalkana ulaştı. Bir kağıt parçası gibi onu yırtarak ilerledi. Garial, tam vaktinde sağa doğru zıpladı. Hala inanamıyordu. İnanılmaz güçlü büyü Garial’ı sol omzundan vurdu ve kolunu koparacak güçte savurdu. Havada birkaç takla atan Garial, hızla yere yığıldı. Büyünün sıçrayan kısmı, arka taraftaki orduda bir itme kuvveti yaratmıştı. Kimseyi yaralamadı ama yaklaşık yirmi kişiyi aynanda kavaya savurdu.
Garial, hemen ayağa kalktı. Büyü gözüktüğü kadar güçlü değildi. Ya da kendisi çok dayanıklıydı. Anthrilién’in arkasındaki Napaolis ordusu oldukça şaşkındı. Yıllardır büyü kullanan birini görmemişlerdi. Büyüye karşı duydukları bu kör nefret, savaşlarda hiç büyü kullanmamaları, tüm bunlar savaşlarda ciddi dezavantaj içinde olmalarını sağlıyordu. Oradaki tüm askerler, silahlarını ellerinde sıkıca tutmaktan vazgeçmiş, harika büyülerin ahenkini ve güzelliğini izliyorlardı. O günden sonra hiçbiri büyüden nefret etmeyecekti.
Garial, asasını hızlıca yere vurdu ve asasının alt ucundan fırlayan şimşekler hızla yerden ilerleyerek Anthrilién’e ulaştı. Anthrilién, tam vaktinde eliyle vurduğunda, tüm şimşekler kıvılcımlar çıkararak yok olmuşlardı. Anthrilién, birkaç adım geriledi ve iki elini de yumruk yaparak havaya boşluk atarmışçasına savurdu. İki elinden de masmavi alevler fırladı ve hızla Garial’e yaklaşmaya başladı. Aynı anda, Garial de asasının ucunda yaktığı yemyeşil alevini ağzına götürdü ve tıpkı bir ejderha gibi, üfleyerek alevi püskürttü. Alevler hızla çarpıştı ve ikisi de yok oldu. Garial hızla Anthrilién’e doğru koşmaya başladı. Elindeki topuzu çoktan elinden fırlamıştı. Koşkarken asasını bir kılıç gibi altından tuttu ve tamamını yeşil renkteki alevleriyle kapladı. Anthrilién’e birkaç adım mesafe kalmışken asasını tüm gücüyle savurdu ve alevlerin asasından fırlamasını sağladı. Anthrilién, ellerini öne açarak alevleri emdi ve gitgide ısınarak kızaran ellerini ileriye savurdu. Garial’ı kendi alevlerine karşı savaşmaya zorlamıştı. Garial eğildi ve alevlerin üzerinden geçerek yok olmasını sağladı. Anthrilién bir adım gerileyerek ellerini çırptı. Ellerinden fırlayan dumanlar birden tüm savaş alanını kapladı. Yine aynı taktiği uygulayacağını düşünen Garial, hemen bir karşı-büyü hazırlamay koyuldu. Elini asasının ucunda biriken büyüye götürdü ve iyice güçlenmesini sağladı. Yemyeşil büyü topu gitgide büyüyordu. Dumanlar yavaşça azaldı. Garial, dumanların tamamen açılmasını beklemeden büyüsünü savurdu. Fakat bu sefer önünde kimse yoktu. Büyü dosdoğru Napaolis ordusuna doğru ilerliyordu. Elanon, büyünün karşısına geçerek ellerini kaldırdı ve yumruk yaparak önüne getirdi. Vücudunu tamamen koruyan kollarına çarpan büyü darmadağan olarak etrafa saçıldı. Garial, ikinci bir güçlü büyücü gördüğüne şaşırmıştı. Ama birden, şaşkınlığı dahil tüm hisleri, gözünün önündeki tüm görüntüler, emilirmişçesine yok oldu. Sırtına aldığı darbeyle ileriye doğru savruldu ve yaklaşık beş metre öteye düştü. Gözlerini açamaz hale gelmişti. Sırtındaki soğuk büyünün etkisiyle hareket edemiyordu. Tüm kanı vücudundan çekilirmiş gibi hissetti ve bayıldı.
Anthrilién, Garial’ın arkasında soluk soluğa kalmıştı. Çekişmeli bir savaşı düşmanını öldürmeden bitirmişti. Sırtını dikleştirdi ve tezahüratlarla haykıran Napaolis ordusuna doğru yürüdü. Yerdeki kılıcını topraktan çekti ve havaya kaldırarak haykırdı.
“Yürüyün! Düşmana yürüyün!”
Orduyu arkasına alan Anthrilién, Elanon ile yan yana orduya doğru koşmaya başladı. Karşı taraf ise savaşmaya hiç gönüllü değildi. Hepsi arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Tüm güçleriyle koşuyorlardı. Napaolis ordusu onlara yetişti. İki ordu arasında hiç mesafe kalmamıştı. Anthrilién ve Elanon büyü yardımıyla iyice hızlanarak diğer ordunun arasına karıştılar. Anthrilién, Elanon’a seslenerek:
“Şimdi, büyünü uygula!”
Dedi. İkiside ellerini göğüslerine vurdular ve bir saniye içerisinde, zırhından kasklarına kadar, bir düşman askeri haline gelmişlerdi. İkisi de yüzlerini de değiştirmiş, büyü yardımıyla tamamen tanınmaz hale gelmişlerdi. İki ordu da biraz daha koştuktan sonra, Napaolis ordusu yavaşlamaya başladı. Arada biraz mesafe açıldıktan sonra Napaolis ordusu durmuştu. Hepsi silahlarını kaldırarak delirircesine bağırıyorlardı. Güneş doğmuştu, Napaolis için harika bir gündü.
*****
“Nerede? Onları görebiliyor musun?”
“Hayır! Birden yok oldular!”
“Kahretsin! Bir büyü yapmış olmalılar!”
“Üzgünüm efendim, elimden bir şey gelmezdi.”
“Tamam, tamam. Seni suçlamıyorum.”
Kral birkaç adım geriledi ve surda haykıran askerlerin arkasından yürüyerek aşağı inmeye başladı. İkisi de kaçmıştı. Fazla sinirlenilecek bir durum değildi, mükemmel bir savaşı tamamlamışlardı ve ikisinden de kurtulmuştu. Rahatlamış bir şekilde, at arabasına binerek sarayına doğru ilerlemeye başladı. Şehirdeki insanlar bile sevinç çığlıkları içinde birbirlerine sarılıyor, Askerlere ve Kral’a övgüler yağdırıyorlardı. Kral Elmhar, arabanın penceresinden dışarı başını çıkararak halkı selamladı ve el salladı. İleride olacaklardı bilseydi, iki büyücüyü de hemen yakalatır ve öldürtürdü. Her şeyden habersizce at arabası içinde ilerledi ve hep onun olacağını zannettiği sarayına doğru ilerledi...
Sanora
Sevgiyle Kalın.