Aralık 26, 2010

Napaolis - Bölüm 9

Napaolis Bölüm 9

 Anthrilién yavaşça yatağından kalktı. Henüz tam uyanamamıştı. Sağ eliyle gözlerini ovcalayıp, yüzünü kapatan saçlarını geriye doğru attı. Odasında bir musluğun olmamasını hiç sevmiyordu. Uykulu ve dağınık haliyle koridora çıkması insanların hoşuna gitmezdi. Birkaç dakika sonra, kendini toparladığında yataktan kalktı ve başının arkasını kaşıyarak sandalyesine asılı kıyafetlerini aldı. Bu kıyafetleri de bir ara yıkaması gerekliydi. Özensizce üzerine geçirdiği yeleğinin üzerine cüppesini giydi ve dağınık saçlarıyla dışarı çıktı. Sabaha bu kadar zor ve uykulu başlamasının sebebi, diğer günlerden daha erken kalkmış olmasıydı. Her yıl bugün, şehrin Kurtuluş Günü adına oldukça büyük bir festival düzenlenirdi. Hatta bu festival o kadar büyüktü ki dışarıdan yüzlerce insan gelirdi.

 Anthrilién, bu festivale katılmak konusunda fazla istekli değildi. Ama halka kendini ısıtması için önemli bir gündü. Ayrıca Elanon da çok ısrar etmişti. Çocuğu eğitmeye başladığından beri aralarında gelişen inanılmaz bağ her gün artıyordu. Çocuğun yeni ailesi olmuştu sanki. Kapıyı ardından yavaşça kapatarak dışarı çıktı ve kimseyi rahatsız etmek istemediğinden, koridoru birine rastlamadan geçip musluğun yanına gidebilmek için çok sessizce yürümeye başladı. Fakat tabi ki başarısız olmuştu. İki oda yanında kalan yaşlı devlet hizmetlisi, tam kapısının önünden yürürken dışarı çıkmıştı.

    “Festivale geleceksiniz değil mi?”
    “E-evet. Geleceğim.”

 Açılan kapı, Anthrilién’i korkutmuştu ve Anthrilién istemsizce kekelemişti. Her sabah karşılaştığı bu yaşlı adam, her cümlesini küçük bir gülümsemeyle kurardı. Şehrin temizliğini sağlamakla yükümlü yaşlı adam, zor mesleğine ve yaşına rağmen oldukça iyi görünüyordu.

    “Bu halde mi?”

 Yaşlı adamın gülümsemesi biraz küçülmüş, aşağılayan gözlerle Anthrilién’in saçlarına ve üzerine paçavra şeklinde giymiş olduğu cüppesine bakıyordu. Anthrilién, tamamen nezaketten güldü ve yürümeye devam etti. Yaşlı adam istemeden de olsa onu sinirlendirmişti. Birkaç adım daha attıktan sonra musluğun yanı başına gelen Anthrilién, önündeki iki kadının ellerini ve yüzlerini yıkamalarını beklerken istemeden konuşmalarına kulak misafiri oldu. Ellili yaşlarında olan kadınlar, bir yandan temizlenirken bir yandan da heyecanlı bir biçimde sohbet ediyorlardı.

    “Dün olanları duydun mu?”
    “Hayır, ne olmuş ki?”
    “Ordu’dan bir general atılmış. Hem de ne atılma. İdam edeceklermiş de son anda vazgeçmişler. Yaka paça dışarı yollamışlar.
    “Hadi canım! Neden atmışlar peki?”
    “Galiba Kral’ın bir şeylerini çalarken yakalanmış.”
    “O da kendisi kaşınmış canım.”

 Kadınlar, arkalarında bekleyen Anthrilién’i fark ettiklerinde heyecanlı konuşmalarını hemen kestiler ve doğrulup, Anthrilién’e dik dik bakarak odalarına doğru yol aldılar. Bu duyduğu şeyler, gerçekten ilginçti. Yoksa bu general iki gün önce Elanon’un, Anthrilién’in odasına gelirken gördüğü general miydi? Derin düşüncelerle yüzünü yıkayarak kendine gelen Anthrilién, ellerini de yıkadıktan sonra doğruldu ve güzelce esneyerek odasına geri döndü. Birkaç dakika içinde kıyafetlerini düzeltmiş, saçını taramış ve kirli sakallarını büyü yardımıyla kesmişti. Tam çıkmaya hazırlanırken kapının tıklatıldığını duydu. Hemen kapıya yöneldi ve kapıyı açtı. Karşısında, öğrencisi Elanon tam olarak ‘bayramlık’ denilebilecek tertemiz elbiseler içinde gülümsüyordu.

    “Tam vaktinde geldin, Elanon. Ben de çıkmaya hazırlanıyordum. Bu arada, çok şık olmuşsun.”

 Dedi ve çocuğa dönerek gülümsedi.

    “Teşekkür ederim!”

 Dedi çocuk sırıtarak. Kahverengi kumaş bir pantolon giymiş, üzerine beyaz bir gömlek geçirmiş ve gömleğin üstüne de pantolonuna benzer bir renkte bir yelek giymişti. Sarı saçlarını da annesi sağa doğru taramıştı. Birkaç saniye içinde hazırlanan Anthrilién odadan çıkıp çocuğun yanına geldi. Defteriyle birlikte çantasını da yanına aldı ve Elanon’la koridorda yürümeye başladılar. Tehlikeli durumlar için yanına aldığı yedek kısa asasına baktı, ucu cebinden dışarı çıkmıştı. Onu hemen iterek cebin derinliklerine yolladı ve cüppesini de cebini kapatacak seviyede önüne sarkıttı. Kısa kılıcı da pantolonunun sol tarafında asılıydı. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından birlikte binadan çıktılar. Her pencereye bayraklar asılmış, evlerin pencereleri arası ipler gerilmiş ve hepsine, yer yer uluslarını öven, yer yer de büyüye ve diğer uluslara hakaret içeren yazılar asmışlardı. Napaolis halkı, diğer hiçbir halkla kardeş olmak istemiyordu.

 Birlikte festival yerine doğru yürürken, Elanon uzun sessizliği bozdu.

    “Bugün ne çalışacağız, hocam?”
    “Emin değilim, bir şey çalışmayabiliriz.”

 Öğretmeninin cevabı üzerine oldukça şaşıran, daha çok da üzülen Elanon öğretmenine dönerek devam etti:

    “Peki neden? Daha öğrenmem gereken çok şey var! Henüz soğuk büyülere hiç geçmedik bile!”
    “Sessiz ol! Napaolis’in büyüye bakış açısını unuttun galiba!”
    “Haklısın! Birden kaptırmışım.”
    “Her neyse. Festivalde oldukça yorulacağız gibi geliyor bana. Hem bir gün de tatil yapar kendin çalışırsın işte, fena mı olur?”
    “Evet aslında. Konsantre konusunda biraz çalışabilirim.”

 Bu konuşma sürerken, festival yerine gelmişlerdi bile. Elanon bile, ilk kez bu kadar güzel bir festival hazırladıklarını görmüştü. Ağzının açılmasını engelleyememişti.
Ortaya kurulan devasa çadırın yanına, bir sürü ufak çadır, masa veya kulübe kurmuşlardı. Her yerde satıcılar ve eğlenceli oyunlar vardı. İnsanların her yılki festivale karşı olan zaafını bilen devlet, satılan tüm ürünleri normal günlerden çok daha pahalı yapmıştı. Oldukça gürültülü ortmda ikisi de etrafa şaşkın şaşkın bakınarak yürüdüler ve Elanon, eğlenceli bir oyun gördü. Ufak çadırlardan birinin içine kurulmuş oyunda, bir altınla, para dolu bardakları vurmaya çalışılıyordu. Bardağı düşürüp kırabilirse, tüm altınlar onun oluyordu. Fakat isabet ettiremezse parasını geri alamıyordu. Bu oyun oldukça rağbet görüyordu, çünkü diğer oyunların aksine giriş ücretsizdi. Fakat kimse isabet ettiremedikleri parayı da kaybettiklerini akıl etmiyordu. Bardakları düşürmek de oldukça zordu. Elanon koşa koşa sıraya girdi. Önündeki yaklaşık yirmi kişiden yalnızca bir tanesi bir bardağı devirebilmişti. O bardaktan da yalnızca iki altın çıkmıştı. Sıra, Elanon’a geldiğinde, hemen cebini karıştırdı ve annesinden bugün için aldığı beş altından birini çıkararak iki parmağı arasına aldı. Düzenli aralıklarla konmuş beş barkdaktan en uzaktaki, ağzına kadar parayla doluydu. Elanon dikkatlice nişan aldı ve parmaklarından birini hızlıca savurarak parayı en büyük bardağa doğru yolladı. Havada oldukça hızlı bir şekilde ilerleyen para, bardağa ulaşamadan yere düşmüştü. Oyunun görevlisi sırıttı ve yüksek bir sesle bağırdı:

    “Sıradaki!”
    “H-hayır! Ben bir daha oynamak istiyorum!”
    “Haa, peki o zaman.”

 Elanon cebinden bir altın daha çıkardı. Bu sefer bardağa değil, bardağın biraz üzerine nişan aldı. Tam parayı atarken, savurduğu parmağını kontrol edemedi ve para hiç tahmin etmediği bir tarafa yol almaya başladı. Bu sırada, Anthrilién cebindeki eliyle asasını kavradı ve asayı hızlıca salladı. Yamulan para hızlanarak yükselmeye başladı ve tam ortadaki bardağa hızla çarptı. Diğerlerinden çok daha kalın ve sert olan bardak, paranın çarpmasıyla ufak bir şekilde çatladı. Para yere düştü ve yaklaşık bir saniye içinde, çatlak birden genişledi ve bardak yere düşmeden tuzla buz oldu. Elanon, sevinçten bağırarak zıplıyordu. Sıradakiler ve oyun görevlisi de şok olmuş bir şekilde çocuğa ve parçalanan bardağa bakıyorlardı. Elanon hemen çadıra girdi ve paraları toplayarak cebine koydu. Paraları saymamıştı ama en az elli altın vardı. Sevinçle dışarı çıktı ve Anthrilién’le birlikte yürümeye devam ettiler. Birkaç dakika sonra Elanon, konuşmaya başladı:

    “Teşekkür ederim.”
    “Ne için?”
    “Yardımını fark ettim. İyi ki yaptın.”

 Dedi ve gülümsemeye başladı. Anthrilién, çocuğun büyüyü fark etmiş olmasına şaşırmıştı. Para zaten bardaktan fazla uzakta değildi. Normal birisi paranın büyüyle dönmüş olduğunu asla tahmin edemezdi. Hele Napaolisli birisi, asla...
Elanon, birden duraksadı ve Anthrilién’in kolundan çekiştirerek festival alanının ucunda bir yeri işaret etti.

    “Bak! Bak! Bu geçenlerde gördüğüm general ve yanındaki de o adam!”

Anthrilién hemen başını çevirdi ve Komutan Frenith’i gördü. Anlaşılan, kovulan kişi o değildi.

    “Onlar hakkında ne söylemiştin? Ne hakkında konuşuyorlardı?”
    “Bilmiyorum, tam anlayamadım. Ama Kral’ın arkasından işler çevirdiklerine eminim! Haydi, gel onları takip edelim!”

 Elanon hemen o tarafa doğru koşmaya başlamıştı. Anthrilién, onun arkasından hızlı adımlarla yürüdü. Yeterince yaklaştıklarında Elanon yavaşladı ve etrafına bakındı. Festival alanı çitlerle çevrilmişti. Burası da kalabalıktı. İki çadırın arasında, fazla gözükmeyecek bir yerde oldukça şiddetli bir şekilde konuşan iki adamdan General, birden başını sola çevirdi ve etrafa bakındı. Elanon ve Anthrilién hemen eğildiler ve yavaşça ilerleyerek aralarında bulundukları çadırlardan birinin arkasına geçtiler. Konuşmalarını duymak için biraz daha yaklaştılar.

    “Ama patron, ben işimi hem düzgünce yaptım. Şu ana kadar, senin verdiğin taktik ve tekniklerden hangisini Nerhia ve diğer ülkelere götürmedim ki?”
    “Bana şimdi bu yaptıklarını hatırlatma hiç. Ben seninle ne anlaşmıştım? Bir kerelik bile olsa işi beceremezsen, seni atarım dememiş miydim?!”
    “Ama patron, sana çok para kazandırdım! En tehlikeli işi ben yaptım! O zırhları hiç fark ettirmeden götürmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musun sen?”
    “Kes sesini aptal! Nasıl yakalanırsın? Eğer ben zeki olmasaydım ve suçu başkasına atmasaydım nasıl kurtaracaktık paçayı?”

 Anthrilién, oldukça sinirlenen ve adamın suratını tükürükle bulayan generalin ne yaptığını anlamıştı. Ama, bunu nasıl yapabilirdi ki? Oldukça alçakça ve insafsızca bir davranıştı. Orduda geliştirilen teknikleri, yöntemleri, hatta zırhlarını ve silahlarını bile başka krallıklara satıyordu. Böylece savaş öncesi zırhların ve silahların zayıf noktalarını belirleyen krallıklar, savaşta çok daha üstün oluyordu. Ama hangi ülkenin generali bunu yapardı ki? Savaşlarda ölen insanlar hiç mi aklına gelmiyordu? Elanon, kafası oldukça karışmış bir şekilde Anthrilién’e döndü ve:

    “Ben anlamadım. Ne yapıyormuş şimdi bu adam?”
    “Krallığın tekniklerini ve zırhlarını başka krallıklara satıyormuş.”
    “Eee, ne olacak ki?”
    “Böylece diğer askerler karşı tarafın zırhlarının zayıf noktalarını bilecekler, ayrıca taktiklerini öğrendiklerinde de bir karşı-taktik geliştirebilecekler.
    “Ama bu çok kötü!”

 Anthrilién, Elanon’la konuşmayı kesti ve başını tekrar iki adamın olduğu tarafa çevirerek dinlemeye devam etti.

    “Bunu çok fena ödeyeceksin!”
    “Duymadın mı? Seni kovdum diyorum! Yıkıl karşımdan!”
    “Seni mahvedeceğim! Bu iş burada bitmez!”

 Diye bağırarak sinirli bir şekilde uzaklaşan cılız adam, fazla iyi giyinimli değildi. Hele ki etrafındaki bir sürü şık insana bakıldığında, sanki üzerine paçavra geçirmiş gibiydi. Adam biraz daha uzaklaştıktan sonra Anthrilién başını çevirdi ve generale baktı. O da çoktan yok olmuştu. Başını diğer tarafa çevirdiğindeyse, Frenith’in devasa çadırın öbür tarafına doğru yürüdüğünü gördü. Anthrilién, hızlıca peşinden koşmaya başladı. Frenith, başka bir adamla devam edecekti işine. Mutlaka durdurulması gerekliydi. Artık fark edilmeyi umursamıyordu. Adımlarını hızlandırdı ve büyüttü. Elanon da arkasından onu takip ediyordu. Herkes durmuş ve onları izlemeye başlamıştı. En son general de fark etti ve neler olduğunu anlamak için hızla arkasını döndü. Anthrilién’in, Frenith’i suçlayabilmek ve bunu kanıtlayabilmek için oldukça kısa bir zamanı vardı. Yoksa gardiyanlar onu hemen doğrayacaktı. Enerjisini son üç adımına sakladı ve başladı. İlk adımda fazla ilerleyemedi, ikinci adımda biraz daha yükselerek adamın yakınına geldi. Son adımında da tüm gücüyle zıpladı. Öyle zıplamıştı ki Frenith’in tam önünde belirmişti adeta. Dişlerini sıkarak var gücüyle gerildi ve havada, Frenithin ağzına bir yumruk patlattı. Anthrilién’in eli çok acıyordu. Frenith’in acısını düşünemiyordu bile. Ne olduğunu kavrayamadan iki tur atan Frenith hızla yere yığıldı. Bir dişi ağzından fırlamış, dudağı patlamış ve tüm yüzü kan içinde kalmıştı. Tüm insanlar delirircesine şaşırmıştı. Frenith kendine gelemeden hızla ayağa kalktı ve birkaç adım gerileyerek kılıcını çekti. Kalın ve uzun bir kılıcı vardı.

    “Sen ne yaptığını zannediyorsun?!”

 Diye haykırdı fakat ona yumruk atanın kim olduğunu gördüğünde iyice şaşırmıştı. Ülkesinde sevilen, savaşın kahramanı, Öğretmen Anthrilién’di bu! Eliyle ağzının çevresindeki kanları sildi ve ağzına dolanları da tükürdü.

    “Ne yaptığını biliyorum Frenith! Ordu’nun savaş sırlarını kaçırdığını biliyorum! Ölen insanlar için kendinden utanmalısın!”
    “Neden bahsediyorsun sen? Ben öyle bir şey yapmam!”

 Etraflarında toplanan insan sayısı yaklaşık beş kat artmıştı. İnsanlar bir çember şeklinde iki adamın etrafında heyecanla izliyorlardı. Frenith, Anthrilién’in bu bilgiyi nereden öğrendiğini bilmiyordu. Fakat durum vahimdi. Kesinlikle ölmesi gerekiyordu.

    “Bir devlet büyüğünü suçlamak ölüm cezasıdır! Gebereceksin!”

 Frenith birden koşmaya başladı. Var gücüyle koşuyordu fakat gerçek gücünün yarısı, Anthrilién’in inanılmaz yumruğuyla saçılmıştı. Kılıcını sağ elinde iyice kavradı ve Anthrilién’in yakınına geldiğinde savurdu. Anthrilién eğildi ve saldırmadan yana çekildi. Onun da elinde kısa kılıcı vardı. Tekrar üzerine gelen Frenith’e karşı, o da ona doğru ilerlemeye başladı ve kılıcını bu sefer doğrudan gövdesine savurmasına karşı, kılıcını, gelen kılıcın önüne koydu. Çok daha küçük olan kılıcı saldırıyı tam savumanamış, Anthrilién’e fazla hızlı olmasa da, çarpmıştı. Anthrilién tekrar koşmaya başladı ve Frenith’ten biraz uzaklaştı. Herkes inanılmaz şaşırmış bir şekilde izliyor, ama kimin yanında duracağına karar veremiyordu. Halkın sevdiği, son savaşın kahramanı Anthrilién mi, yoksa şehrin koruyucusu Frenith mi?
Frenith tekrar Anthrilién’e doğru bir hamle yaptı ve kılıcının kabzasını sıkıca tutarak Anthrilién’in karnına doğru savurdu. Hemen yana kaçan Anthrilién, kaçmaktan yorulmuş ve sıkılmıştı. Sağ elindeki kılıcını doğrudan sağa doğru savurdu. Frenith hemen eğildi ve Anthrilién’e doğru zıplayarak doğruldu. Anthrilién bir adım geriledi ve tekrar saldırmayı denedi. Kılıcını bu sefer yukarıdan savurdu. Frenith, hemen ağır kılıcını kaldırdı ve darbeyi savundu. İkisi de tüm gücüyle kılıçlarını bastırıyorlardı. Frenith kılıcını bastırarak sağa doğru döndürdü ve Anthrilién’in kısa kılıcından kurtardı. Anthrilién, bir saniyeliğine tamamen savunmasız kalmıştı. Anthrilién  tekrar kılıcını önüne getiremeden, Frenith kılıcını yan tutarak savurdu. Anthrilién’in karnında derin olmayan bir kesik açılmıştı, fakat Anthrilién güçlü darbenin etkisiyle geriye doğru savrulmuştu. Kılıcı elinden fırladı ve tam da etraftaki insanlardan iyi tanıdığı birinin, Elanon’un önüne düştü. Anthrilién’in asası, düşmenin etkisiyle cebinden fırlamıştı. Önüne düşen asayı hemen insanlara fark ettirmeden kapan Elanon, Anthrilién’in kalkmasına yardımcı oldu. Anthrilien ağzındaki kanı yere tükürdü. Frenith, çoktan  alanın öbür ucuna gitmişti. Güçlü bir saldırı için hazırlanıyor gibi görünüyordu. Anthrilién hızlıca toparlandı ve kılıcını yerden aldı. İyice sinirlenmişti. Bu işi şimdi bitirmeliydi. İyice gerildi ve Frenith’le aynı anda koşmaya başladı. Bu iki kişi, birbirine doğru koşan iki kişi değil, iki fikirdi...

 Elanon elindeki asayı gömleğinin kolunun içine doğru koydu ve düşünmeye başladı. Ne yapabilirdi? Bu asa önüne tesadüfen düşmemişti. Mutlaka yardımcı olmalıydı. Derslerini hatırlamaya çalıştı. Elini çok az kaldırdı ve Frenith’in kılıcını düşünerek büyüyü uyguladı. Başarılı olması için dua ediyordu.

 Anthrilién ve Frenith iyice yaklaştı. İkisi de kılıçlarını iki eline almış ve iyice germişlerdi. Aynı anda ikisi de kılıçlarını savurarak son hamlelerini yaptılar. Kazanan, bu son hamleden sonra belli olacaktı. Anthrilién’in kılıcı havayı yardı, ince bir ses çıkarak hiç titremeden ilerledi ve Frenith’in kılıcıyla karşılaştı. Anthrilién’in kılcı, havayı yardığı gibi Frenith’in kılıcına çarptı ve onu paramparça etti. Önce ortadan ikiye bölünen kılıcın havaya uçan her parçası, havada da parçalara ayrılıyor ve etrafa bir buzun kırılan parçaları gibi dağılıyordu. Anthrilién, en az Frenith kadar şaşırmıştı fakar onun kadar üzülmediği kesindi. Hemen kılıcını Frenith’in eline doğru savurdu ve elini biraz keserek kılıç tutamaz hale getirdi. Frenith, elini tutarak acıdan haykırıyordu. Tam o sırada gardiyanlar savaş ortamını bastı ve Anthrilién’e saldırmaya yeltendiler. Anthrilién:

    “Bekleyin! Asıl suçlu bu adamdır!”

 Gardiyanlar bir an duraksadı ve Anthrilién’e baktılar. Hiç inanmış gibi gözükmüyorlardı. Ardından seyircilerin arasından festivaldeki gardiyanların lideri olan Zormkha çıkageldi.

    “Ne diyorsun sen? Komutan Frenith’i yaraladın!”
    “Suçlu bu adamdır! Ordu’nun tüm taktik ve malzemelerini başka krallıklara satıyor! Son savaştaki ve önceki birçok savaştaki ölümlerin suçlusu odur!”
    “Neler söylüyorsun sen? Kanıtın var mı?”
    “Kanıtım yok, Ama-“
    “O zaman nasıl bu suçlamayı yapıyorsun adam! Tutuklayın şunu!”

 Birden, kalabalığın arasından Frenith’in eski ortağı, hızlıca çıktı.

    “Hayır, durun! Adam doğru söylüyor. Frenith’in zırhını çıkarmanız yeterli olacaktır!”
    “Sen de kimsin?”
    “Yalnızca bir vatandaş. Dediğimi yapın!”

 Zormkha, askerlerine ufak bir el işaretiyle Frenith’i aramalarını emretti. Askerler hemen koşarak önce Frenith’in pelerinini, sonra da zırhını çıkarttılar. Zırhının altına kalın ve cepli bir kıyafet giymiş olan Frenith, korku terleri döküyordu. Cılız adam, bağırdı:

    “İç cebini arayın.”

 Cümlesinin her kelimesinden ve her harfinden zevk alıyor, tatmin olduğunu gösteren bir gülümsemeyle Frenith’e bakıyordu. Askerler denildiği gibi kıyafetinin düğmelerini açtılar ve iç ceplerine baktılar. Büyük iç cebinde, daha üç gün önce belirlenmiş yeni bir taktiği anlatan bir kağıt vardı. Cebindeki başka bir kağıtta da yine Ordu’nun kullandığı malzemeleri ve teknikleri anlatan yazılar yer alıyordu. Askerler hemen kağıtlar Zormkha’ya götürdüler. Zormkha, hem generalin ihanetine, hem de Anthrilién’in haklı çıkışına oldukça şaşırmıştı. Yanındaki askerin kulağına,  “Hemen bunu krala haber ver.” Diye fısıldadı ve askerlerine Frenith’i tutuklamalarını emretti. Anthrilién’in yanına giderek elini sıktı ve:

    “Teşekkür ederim efendim. Siz bir kahramansınız.”

Dedi. Oldukça bitkin bir halde olan Anthrilién gülümsedi. Bu sırada Elanon hemen koşarak yanına geldi ve ağlayarak ona sarıldı. Çocuk oldukça sarsılmıştı. Zormkha konuşmaya başladı.

    “İsterseniz sizi hemen evinize götürelim. Biraz dinlenirsiniz.”
    “Harika olur doğrusu. Teşekkürler.”

Anthrilién, son olarak Elanon’a döndü ve;

    “Sen de evine gitmelisin.”

Dedi. Elanon itiraz etmeden koşarak evine doğru yol almaya başladı. Artık kahramanı tamamen Anthrilién’di...

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Aralık 12, 2010

Napaolis - Bölüm 8

Napaolis Bölüm 8

    "Peki mallara ne oldu?"
    "Biraz gecikti. Bir iki güne gelir herhalde."
    "Gecikmeleri sevmediğimi bilirsin, Elion. O malları hemen istiyorum."
    "Savaş çıkması benim suçum mu? Ben ne yapabilirim ki?
    "Bana sesini yükseltme!"

Küçük sarışın çocuk, her gün okulunun bitiminden birkaç saat sonra tekrar döndüğü yere doğru yol alırken, yanında tartışan iki adam görmüştü. İlk bakışta güvenilir ve soylu gözüken bu iki kişinin konuşmalarını duyacak kadar yakınına gelince, adımlarını hızlandırdı. Ne kadar sokağa çıkma yasağı olsa da, gardiyanlar bile bunu pek umursamıyor, insanlar sokaklarda gürültü çıkarmadan yaşamlarına devam ediyorlardı. Tabi sokağa çıkmaya korkan insan sayısı da az değildi. Küçük çocuk mümkün olduğunca az kişiye görünmeye çalışarak meydandaki anıtın yanına geldi. Dev savaşçı anıtının tam karşısında, çok tanıdık bir yüz görmüştü. Birkaç hafta önceki savaşın ve Napaolis'te meydana gelen neredeyse bütün savaşların ana komutanı Frenith, karşısındaki cılız ve kısa boylu bir adamla oldukça hiddetli bir biçimde tartışıyordu. Eğer General Frenith'e yakalanacak olursa, çocuk suçlarının en ağırını yiyebilirdi. Hemen yürümeyi kesti ve anıtın arkasında çömelerek konuşmaları dinlemeye başladı. Her gün bu yoldan gide gele, köyde duymadığı dedikodu kalmayacak gibiydi.

    "Ama patron, hala anlayamıyorum. Neden bunları şimdi ve burada söylüyorsun?"
    "Seni kraliyet binasına çağırarak tüm şüpheleri üzerime çekmemi mi istiyorsun, seni aptal? Sence kral konuştuklarımızı duysa ne yapardı?"
    "A-anlıyorum patron. Ama eğer burada biri duyduysa?"
    "Sokağa çıkma yasağını unutuyorsun galiba, beyinsiz."
    "H-haklısın, patron."
    "Konuştuklarımızı unutacak kadar aptal değilsen, doğru evine git artık. Unutma, Kral kendi hazinesi için bir sayım isterse, ne diyeceğini biliyorsun.
    "Evet, patron."
    "Haydi, defol şimdi."

Hızlı bir biçimde yürüyerek oradan uzaklaşan adamın yanından, farklı bir tarafa yönelen General, anıtın sağından, çocuğun hemen yanından geçti ve gözden kayboldu. Eliyle yerden destek alarak kalkan Elanon, koşar adımlarla tahta kapıdan içeri girdi ve öğretmeni Anthrilién'in onu beklediği salona yöneldi. Odanın kapısının arasından sızan ışıklar, karanlık koridorları biraz da olsa aydınlatıyordu. Elanon içeriye girdi ve öğretmenini masasında bir şeyler yazarken gördü. Yüzünü kaplayan kirli sakallar gitmiş, yerini ağzının altında bıraktığı, çenesinin ucuna kadar uzanan bir sakal ve iki yana yayılmış uzun bıyıklar almıştı. Öğretmeniyle geçirdiği eğitimlerden sonra, bir günde sakal ve bıyıklarını nasıl bu kadar uzattığını merak bile etmiyordu. Öğretmeni defterini kapattı ve oldukça heyecanlı gözüken çocuğa döndü.

    "Ne oldu? Yolda biri mi gördü seni?"
    "H-hayır, ama yolda General Frenith'i gördüm. Başka bir adamla, kral ve kralın paralarıyla ilgili bir şeyler konuşuyordu."
    "İlginç. Ama bilirsin, hangi general kralın arkasından iş çevirmez ki?"

dedi, gülerek. Söylediği şey çocuğa fazla komik gelmemiş olsa da, çocuk zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi.

    "Asanı al da başlayalım." dedi Anthrilién çocuğa. Çocuk hemen hareketlendi ve odanın köşesindeki örtüyü kaldırıp kendi boyunun yarısı kadar olan tahta, şekilsiz asasını eline aldı. Öğretmeninin isteği üzerine, asasına kazıdığı yaprak simgesine baktı ve baş parmağıyla üzerinden çıkmamış talaşları sildi. Bu simgeye bir anlam veremiyordu. Anthrilién'e her sorduğundaysa, 'Benimkinde de ateş simgesi var. Benim yıktığımı, senin yeniden kurmanı temsil ediyor bu simgeler.' diyordu. Fakat bu cevap yalnızca Anthrilién'in kafasını iyice karıştırıyordu. Asasını iki eliyle kavrayarak öğretmeninin karşısına geçti ve hazır olduğunu belirterek başını bir kez öne salladı. Öğretmeni asasını sağ elinde sol eline götürerek, sağ elini başı hizasına çıkardı ve konuşmaya başladı:

    "Bugüne kadar sana büyünün ve büyücülüğün temellerini anlattım. Zayıf ve güçlü noktalarından bahsettim. Derslerimizin en sıkıcı bölümlerini bitirdiğin için seni tebrik ediyorum." dedi.

Elanon gülümsedi ve gerçekten bir şeyler öğreneceği için heyecanlanmaya başladı. En sonunda o da büyü yapabilecekti! Anthrilién, sol elindeki asasını kısa bir hamleyle salladı ve odanın dört bir yanında yakılı duran mumlardaki alevler titremeye başladı. Asasıyla yaptığı ikinci hamlede, alevler yükselip ve mumdan koparak, birlikte dans edermişçesine Anthrilién'in asasının ucuna yöneldi. Tüm odada dönerek, aydınlatmaktan çok mükemmel bir görüntü yaratmakta olan alevler Anthrilién'in asasına ulaştı ve emilerek yok oldu. Oda zifiri karanlığa gömüldü. Elanon, elini gözlerinin önüne getirdi ve salladı. Gözünün dibindeki elini bile hissedemiyordu. İstemsizce korkmaya başlamıştı.

    "Şimdi sırada"

Anthrilién cümlesini tamamlamadan, boş olan sağ elinde alevler yanmaya başlamıştı. Çocuğun gözleri tamamen açıldı. Alevler eliyle birlikte hareket etti ve Anthrilién'in yüzünün önüne geldi. Karanlıkta olkdukça korkunç gözüküyordu. Anthrilién, cümlesini devam ettirdi:

    "Gerçek büyü var."

İstemsizce, biraz heyecandan biraz da hayranlıktan zevkle gülen Elanon, aynı şeyleri yapabilmek için sabırsızlanıyordu. Anthrilién alevli elini kapatıp sıktı. Oda tekrar kararmaya başlıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra elini açan Anthrilién'in avcundan alevler minik boyutlarda fırlayarak ilk geldikleri yere, mumlara geri dönmüşlerdi. Elanon, dayanamadı ve gülerek alkışlamaya başladı. Anthrilién, bir elini karnına koyarak eğildi ve kalkıp gülümsemeye başladı.

    "Harikaydı! Harikaydı!"

Anthrilién, teşekkür eder gibi gözlerini kırparak başını öne doğru salladı.

    "Evet, şimdi derse başlayalım. Umarım bu sefer savaş çıkmaz."

Çocuk durabildiği kadar dik durdu ve dinlemeye hazır hale geldi.

    "Büyünün onlarca alt dalı ve türü vardır. Ama ben, senin daha iyi anlaman ve daha kolay öğrenmen için bunları ikiye böleceğim. İlk olarak, Element Büyüleri. Bu büyülerin en çok kullanılanlar olduklarına hiç şüphe yok. Bir ateş topundan tut da, bir gölü dondurmaya kadar, hatta rüzgarı kontrol ederek havalanmaya kadar, en pratik ve en çok kullanacağın büyüler bunlar. İkincisi, zihinsel büyüler. Zihinsel büyüler, uzmanı ve seveni için paha biçilemez büyülerdir, ama öyle herkes yapamaz. Bu büyülerin sınırı yoktur. Zihinsel büyülerde uzmanlaşan bir büyücü, büyülerini kendi yaratır. Bu yüzden zihinsel büyülerin yolunda ilerlemeyi seçersen, sana temeller dışında öğretebileceğim bir şey yok. Zihinsel büyülerde öğrenmezsin, keşfedersin. Ama yine de zihinsel büyücülerin en çok kullandıkları, cisimlerin kütlelerini, şekilleri kontrol etmektir. İki türün de temellerini öğrendikten sonra, sana kitaplarımı ödünç vereceğim. Bu süreçte, doğal olarak bir tarafa yöneleceksin. Gerisini zaman gösterecek."
    "Anladım. Şimdi ne yapacağız?"
    "İlk olarak, ateşle başlayacağız. Fakat 'yaratmak' oldukça üst seviye bir iştir. Bu yüzden bu mumu eline al." dedi ve uzun ve yanan bir mumu masadan alarak Elanon'a uzattı.
  
Elanon muma ve ucundaki ateşe dikkatle bakmaya başladı. Sanki bir bakışıyla ateşi yönetecekmiş gibi hissetti.
  
    "Hayatında hiç büyü yapılışını görmediğin için, herhalde efsaneler ve masallardaki gibi sihirli sözcüklerde yapıldığını zannediyor olabilirsin. Fakat böyle bir şey yok."

Elanon, her ne kadar bunu yeni öğrenmiş olsa da, zaten biliyormuşçasına bir tavır takındı.

    "Mumu masaya geri koy ve önüne otur. Mumun önüne geçtikten sonra, aleve bakmaya başla. Onu tanı. Sanki bir arkadaşınmışçasına konuş onunla. Gözlerini kapat ve düşün. Arkadaşına yükselmesini buyur. Alçalmasını. Sönmesini buyur."

 Elanon anladığını göstererek başıyla onayladı.

    "Şimdi bu asayı al ve işe başla."

Elanon gözlerini kapattı. Zihninde tek gördüğü aynı mum ve ucundaki alevdi. Aleve odaklandı. Sadece onu düşündü. Alevi tanımaya, onunla konuşmaya başlamıştı. Alevin arkadaşı olmuştu sanki. Ardından sol elindeki asasını düşündü. Alevle birlikte sanki yanıyordu. Rahatladı ve aleve buyurdu.

    "Yüksel." 

Bekledi. Alev onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Kendini toparladı ve pes etmeden tekrarladı.

    "Yüksel."

Gözlerini yavaşça açtı ve aleve baktı. Pek bir hareketlenme göremiyordu. Tahmin ettiği kadar özel birisi değildi anlaşılan. Arkasından gelen sesle irkildi.

    "Pes etme!"

Hemen tekrar gözlerini kapattı ve ateşe emir vermekten vazgeçti. Yalnızca onun yükseldiğini düşünüyordu. Sanki yeni arkadaşıyla aralarında bir zihin bağı varmış gibi. Düşündü, ateş zihninde yükseldi ve yükseldi. Onun boyunu geçer hale gelmişti. Yine aynı ses, onu iç dünyasından kopardı.

    "Yeter! Dur!"

Elanon, hemen gözlerini açtı ve ateşe baktı. Mumun üzerinde eski boyunun üç, dört katına çıkmış, küçük ama hızlı hareketlerle titriyordu. Gözleri iyice açıldı ve sandalyesinden zıplayarak mutluluktan dans etmeye başladı. Yetenekli olduğunu, kendisi de biliyordu, Anthrilién de. Ama Anthrilién, bu kadarını tahmin edemezdi...

Sanora
Seviyle Kalın.