Aralık 26, 2010

Napaolis - Bölüm 9

Napaolis Bölüm 9

 Anthrilién yavaşça yatağından kalktı. Henüz tam uyanamamıştı. Sağ eliyle gözlerini ovcalayıp, yüzünü kapatan saçlarını geriye doğru attı. Odasında bir musluğun olmamasını hiç sevmiyordu. Uykulu ve dağınık haliyle koridora çıkması insanların hoşuna gitmezdi. Birkaç dakika sonra, kendini toparladığında yataktan kalktı ve başının arkasını kaşıyarak sandalyesine asılı kıyafetlerini aldı. Bu kıyafetleri de bir ara yıkaması gerekliydi. Özensizce üzerine geçirdiği yeleğinin üzerine cüppesini giydi ve dağınık saçlarıyla dışarı çıktı. Sabaha bu kadar zor ve uykulu başlamasının sebebi, diğer günlerden daha erken kalkmış olmasıydı. Her yıl bugün, şehrin Kurtuluş Günü adına oldukça büyük bir festival düzenlenirdi. Hatta bu festival o kadar büyüktü ki dışarıdan yüzlerce insan gelirdi.

 Anthrilién, bu festivale katılmak konusunda fazla istekli değildi. Ama halka kendini ısıtması için önemli bir gündü. Ayrıca Elanon da çok ısrar etmişti. Çocuğu eğitmeye başladığından beri aralarında gelişen inanılmaz bağ her gün artıyordu. Çocuğun yeni ailesi olmuştu sanki. Kapıyı ardından yavaşça kapatarak dışarı çıktı ve kimseyi rahatsız etmek istemediğinden, koridoru birine rastlamadan geçip musluğun yanına gidebilmek için çok sessizce yürümeye başladı. Fakat tabi ki başarısız olmuştu. İki oda yanında kalan yaşlı devlet hizmetlisi, tam kapısının önünden yürürken dışarı çıkmıştı.

    “Festivale geleceksiniz değil mi?”
    “E-evet. Geleceğim.”

 Açılan kapı, Anthrilién’i korkutmuştu ve Anthrilién istemsizce kekelemişti. Her sabah karşılaştığı bu yaşlı adam, her cümlesini küçük bir gülümsemeyle kurardı. Şehrin temizliğini sağlamakla yükümlü yaşlı adam, zor mesleğine ve yaşına rağmen oldukça iyi görünüyordu.

    “Bu halde mi?”

 Yaşlı adamın gülümsemesi biraz küçülmüş, aşağılayan gözlerle Anthrilién’in saçlarına ve üzerine paçavra şeklinde giymiş olduğu cüppesine bakıyordu. Anthrilién, tamamen nezaketten güldü ve yürümeye devam etti. Yaşlı adam istemeden de olsa onu sinirlendirmişti. Birkaç adım daha attıktan sonra musluğun yanı başına gelen Anthrilién, önündeki iki kadının ellerini ve yüzlerini yıkamalarını beklerken istemeden konuşmalarına kulak misafiri oldu. Ellili yaşlarında olan kadınlar, bir yandan temizlenirken bir yandan da heyecanlı bir biçimde sohbet ediyorlardı.

    “Dün olanları duydun mu?”
    “Hayır, ne olmuş ki?”
    “Ordu’dan bir general atılmış. Hem de ne atılma. İdam edeceklermiş de son anda vazgeçmişler. Yaka paça dışarı yollamışlar.
    “Hadi canım! Neden atmışlar peki?”
    “Galiba Kral’ın bir şeylerini çalarken yakalanmış.”
    “O da kendisi kaşınmış canım.”

 Kadınlar, arkalarında bekleyen Anthrilién’i fark ettiklerinde heyecanlı konuşmalarını hemen kestiler ve doğrulup, Anthrilién’e dik dik bakarak odalarına doğru yol aldılar. Bu duyduğu şeyler, gerçekten ilginçti. Yoksa bu general iki gün önce Elanon’un, Anthrilién’in odasına gelirken gördüğü general miydi? Derin düşüncelerle yüzünü yıkayarak kendine gelen Anthrilién, ellerini de yıkadıktan sonra doğruldu ve güzelce esneyerek odasına geri döndü. Birkaç dakika içinde kıyafetlerini düzeltmiş, saçını taramış ve kirli sakallarını büyü yardımıyla kesmişti. Tam çıkmaya hazırlanırken kapının tıklatıldığını duydu. Hemen kapıya yöneldi ve kapıyı açtı. Karşısında, öğrencisi Elanon tam olarak ‘bayramlık’ denilebilecek tertemiz elbiseler içinde gülümsüyordu.

    “Tam vaktinde geldin, Elanon. Ben de çıkmaya hazırlanıyordum. Bu arada, çok şık olmuşsun.”

 Dedi ve çocuğa dönerek gülümsedi.

    “Teşekkür ederim!”

 Dedi çocuk sırıtarak. Kahverengi kumaş bir pantolon giymiş, üzerine beyaz bir gömlek geçirmiş ve gömleğin üstüne de pantolonuna benzer bir renkte bir yelek giymişti. Sarı saçlarını da annesi sağa doğru taramıştı. Birkaç saniye içinde hazırlanan Anthrilién odadan çıkıp çocuğun yanına geldi. Defteriyle birlikte çantasını da yanına aldı ve Elanon’la koridorda yürümeye başladılar. Tehlikeli durumlar için yanına aldığı yedek kısa asasına baktı, ucu cebinden dışarı çıkmıştı. Onu hemen iterek cebin derinliklerine yolladı ve cüppesini de cebini kapatacak seviyede önüne sarkıttı. Kısa kılıcı da pantolonunun sol tarafında asılıydı. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından birlikte binadan çıktılar. Her pencereye bayraklar asılmış, evlerin pencereleri arası ipler gerilmiş ve hepsine, yer yer uluslarını öven, yer yer de büyüye ve diğer uluslara hakaret içeren yazılar asmışlardı. Napaolis halkı, diğer hiçbir halkla kardeş olmak istemiyordu.

 Birlikte festival yerine doğru yürürken, Elanon uzun sessizliği bozdu.

    “Bugün ne çalışacağız, hocam?”
    “Emin değilim, bir şey çalışmayabiliriz.”

 Öğretmeninin cevabı üzerine oldukça şaşıran, daha çok da üzülen Elanon öğretmenine dönerek devam etti:

    “Peki neden? Daha öğrenmem gereken çok şey var! Henüz soğuk büyülere hiç geçmedik bile!”
    “Sessiz ol! Napaolis’in büyüye bakış açısını unuttun galiba!”
    “Haklısın! Birden kaptırmışım.”
    “Her neyse. Festivalde oldukça yorulacağız gibi geliyor bana. Hem bir gün de tatil yapar kendin çalışırsın işte, fena mı olur?”
    “Evet aslında. Konsantre konusunda biraz çalışabilirim.”

 Bu konuşma sürerken, festival yerine gelmişlerdi bile. Elanon bile, ilk kez bu kadar güzel bir festival hazırladıklarını görmüştü. Ağzının açılmasını engelleyememişti.
Ortaya kurulan devasa çadırın yanına, bir sürü ufak çadır, masa veya kulübe kurmuşlardı. Her yerde satıcılar ve eğlenceli oyunlar vardı. İnsanların her yılki festivale karşı olan zaafını bilen devlet, satılan tüm ürünleri normal günlerden çok daha pahalı yapmıştı. Oldukça gürültülü ortmda ikisi de etrafa şaşkın şaşkın bakınarak yürüdüler ve Elanon, eğlenceli bir oyun gördü. Ufak çadırlardan birinin içine kurulmuş oyunda, bir altınla, para dolu bardakları vurmaya çalışılıyordu. Bardağı düşürüp kırabilirse, tüm altınlar onun oluyordu. Fakat isabet ettiremezse parasını geri alamıyordu. Bu oyun oldukça rağbet görüyordu, çünkü diğer oyunların aksine giriş ücretsizdi. Fakat kimse isabet ettiremedikleri parayı da kaybettiklerini akıl etmiyordu. Bardakları düşürmek de oldukça zordu. Elanon koşa koşa sıraya girdi. Önündeki yaklaşık yirmi kişiden yalnızca bir tanesi bir bardağı devirebilmişti. O bardaktan da yalnızca iki altın çıkmıştı. Sıra, Elanon’a geldiğinde, hemen cebini karıştırdı ve annesinden bugün için aldığı beş altından birini çıkararak iki parmağı arasına aldı. Düzenli aralıklarla konmuş beş barkdaktan en uzaktaki, ağzına kadar parayla doluydu. Elanon dikkatlice nişan aldı ve parmaklarından birini hızlıca savurarak parayı en büyük bardağa doğru yolladı. Havada oldukça hızlı bir şekilde ilerleyen para, bardağa ulaşamadan yere düşmüştü. Oyunun görevlisi sırıttı ve yüksek bir sesle bağırdı:

    “Sıradaki!”
    “H-hayır! Ben bir daha oynamak istiyorum!”
    “Haa, peki o zaman.”

 Elanon cebinden bir altın daha çıkardı. Bu sefer bardağa değil, bardağın biraz üzerine nişan aldı. Tam parayı atarken, savurduğu parmağını kontrol edemedi ve para hiç tahmin etmediği bir tarafa yol almaya başladı. Bu sırada, Anthrilién cebindeki eliyle asasını kavradı ve asayı hızlıca salladı. Yamulan para hızlanarak yükselmeye başladı ve tam ortadaki bardağa hızla çarptı. Diğerlerinden çok daha kalın ve sert olan bardak, paranın çarpmasıyla ufak bir şekilde çatladı. Para yere düştü ve yaklaşık bir saniye içinde, çatlak birden genişledi ve bardak yere düşmeden tuzla buz oldu. Elanon, sevinçten bağırarak zıplıyordu. Sıradakiler ve oyun görevlisi de şok olmuş bir şekilde çocuğa ve parçalanan bardağa bakıyorlardı. Elanon hemen çadıra girdi ve paraları toplayarak cebine koydu. Paraları saymamıştı ama en az elli altın vardı. Sevinçle dışarı çıktı ve Anthrilién’le birlikte yürümeye devam ettiler. Birkaç dakika sonra Elanon, konuşmaya başladı:

    “Teşekkür ederim.”
    “Ne için?”
    “Yardımını fark ettim. İyi ki yaptın.”

 Dedi ve gülümsemeye başladı. Anthrilién, çocuğun büyüyü fark etmiş olmasına şaşırmıştı. Para zaten bardaktan fazla uzakta değildi. Normal birisi paranın büyüyle dönmüş olduğunu asla tahmin edemezdi. Hele Napaolisli birisi, asla...
Elanon, birden duraksadı ve Anthrilién’in kolundan çekiştirerek festival alanının ucunda bir yeri işaret etti.

    “Bak! Bak! Bu geçenlerde gördüğüm general ve yanındaki de o adam!”

Anthrilién hemen başını çevirdi ve Komutan Frenith’i gördü. Anlaşılan, kovulan kişi o değildi.

    “Onlar hakkında ne söylemiştin? Ne hakkında konuşuyorlardı?”
    “Bilmiyorum, tam anlayamadım. Ama Kral’ın arkasından işler çevirdiklerine eminim! Haydi, gel onları takip edelim!”

 Elanon hemen o tarafa doğru koşmaya başlamıştı. Anthrilién, onun arkasından hızlı adımlarla yürüdü. Yeterince yaklaştıklarında Elanon yavaşladı ve etrafına bakındı. Festival alanı çitlerle çevrilmişti. Burası da kalabalıktı. İki çadırın arasında, fazla gözükmeyecek bir yerde oldukça şiddetli bir şekilde konuşan iki adamdan General, birden başını sola çevirdi ve etrafa bakındı. Elanon ve Anthrilién hemen eğildiler ve yavaşça ilerleyerek aralarında bulundukları çadırlardan birinin arkasına geçtiler. Konuşmalarını duymak için biraz daha yaklaştılar.

    “Ama patron, ben işimi hem düzgünce yaptım. Şu ana kadar, senin verdiğin taktik ve tekniklerden hangisini Nerhia ve diğer ülkelere götürmedim ki?”
    “Bana şimdi bu yaptıklarını hatırlatma hiç. Ben seninle ne anlaşmıştım? Bir kerelik bile olsa işi beceremezsen, seni atarım dememiş miydim?!”
    “Ama patron, sana çok para kazandırdım! En tehlikeli işi ben yaptım! O zırhları hiç fark ettirmeden götürmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musun sen?”
    “Kes sesini aptal! Nasıl yakalanırsın? Eğer ben zeki olmasaydım ve suçu başkasına atmasaydım nasıl kurtaracaktık paçayı?”

 Anthrilién, oldukça sinirlenen ve adamın suratını tükürükle bulayan generalin ne yaptığını anlamıştı. Ama, bunu nasıl yapabilirdi ki? Oldukça alçakça ve insafsızca bir davranıştı. Orduda geliştirilen teknikleri, yöntemleri, hatta zırhlarını ve silahlarını bile başka krallıklara satıyordu. Böylece savaş öncesi zırhların ve silahların zayıf noktalarını belirleyen krallıklar, savaşta çok daha üstün oluyordu. Ama hangi ülkenin generali bunu yapardı ki? Savaşlarda ölen insanlar hiç mi aklına gelmiyordu? Elanon, kafası oldukça karışmış bir şekilde Anthrilién’e döndü ve:

    “Ben anlamadım. Ne yapıyormuş şimdi bu adam?”
    “Krallığın tekniklerini ve zırhlarını başka krallıklara satıyormuş.”
    “Eee, ne olacak ki?”
    “Böylece diğer askerler karşı tarafın zırhlarının zayıf noktalarını bilecekler, ayrıca taktiklerini öğrendiklerinde de bir karşı-taktik geliştirebilecekler.
    “Ama bu çok kötü!”

 Anthrilién, Elanon’la konuşmayı kesti ve başını tekrar iki adamın olduğu tarafa çevirerek dinlemeye devam etti.

    “Bunu çok fena ödeyeceksin!”
    “Duymadın mı? Seni kovdum diyorum! Yıkıl karşımdan!”
    “Seni mahvedeceğim! Bu iş burada bitmez!”

 Diye bağırarak sinirli bir şekilde uzaklaşan cılız adam, fazla iyi giyinimli değildi. Hele ki etrafındaki bir sürü şık insana bakıldığında, sanki üzerine paçavra geçirmiş gibiydi. Adam biraz daha uzaklaştıktan sonra Anthrilién başını çevirdi ve generale baktı. O da çoktan yok olmuştu. Başını diğer tarafa çevirdiğindeyse, Frenith’in devasa çadırın öbür tarafına doğru yürüdüğünü gördü. Anthrilién, hızlıca peşinden koşmaya başladı. Frenith, başka bir adamla devam edecekti işine. Mutlaka durdurulması gerekliydi. Artık fark edilmeyi umursamıyordu. Adımlarını hızlandırdı ve büyüttü. Elanon da arkasından onu takip ediyordu. Herkes durmuş ve onları izlemeye başlamıştı. En son general de fark etti ve neler olduğunu anlamak için hızla arkasını döndü. Anthrilién’in, Frenith’i suçlayabilmek ve bunu kanıtlayabilmek için oldukça kısa bir zamanı vardı. Yoksa gardiyanlar onu hemen doğrayacaktı. Enerjisini son üç adımına sakladı ve başladı. İlk adımda fazla ilerleyemedi, ikinci adımda biraz daha yükselerek adamın yakınına geldi. Son adımında da tüm gücüyle zıpladı. Öyle zıplamıştı ki Frenith’in tam önünde belirmişti adeta. Dişlerini sıkarak var gücüyle gerildi ve havada, Frenithin ağzına bir yumruk patlattı. Anthrilién’in eli çok acıyordu. Frenith’in acısını düşünemiyordu bile. Ne olduğunu kavrayamadan iki tur atan Frenith hızla yere yığıldı. Bir dişi ağzından fırlamış, dudağı patlamış ve tüm yüzü kan içinde kalmıştı. Tüm insanlar delirircesine şaşırmıştı. Frenith kendine gelemeden hızla ayağa kalktı ve birkaç adım gerileyerek kılıcını çekti. Kalın ve uzun bir kılıcı vardı.

    “Sen ne yaptığını zannediyorsun?!”

 Diye haykırdı fakat ona yumruk atanın kim olduğunu gördüğünde iyice şaşırmıştı. Ülkesinde sevilen, savaşın kahramanı, Öğretmen Anthrilién’di bu! Eliyle ağzının çevresindeki kanları sildi ve ağzına dolanları da tükürdü.

    “Ne yaptığını biliyorum Frenith! Ordu’nun savaş sırlarını kaçırdığını biliyorum! Ölen insanlar için kendinden utanmalısın!”
    “Neden bahsediyorsun sen? Ben öyle bir şey yapmam!”

 Etraflarında toplanan insan sayısı yaklaşık beş kat artmıştı. İnsanlar bir çember şeklinde iki adamın etrafında heyecanla izliyorlardı. Frenith, Anthrilién’in bu bilgiyi nereden öğrendiğini bilmiyordu. Fakat durum vahimdi. Kesinlikle ölmesi gerekiyordu.

    “Bir devlet büyüğünü suçlamak ölüm cezasıdır! Gebereceksin!”

 Frenith birden koşmaya başladı. Var gücüyle koşuyordu fakat gerçek gücünün yarısı, Anthrilién’in inanılmaz yumruğuyla saçılmıştı. Kılıcını sağ elinde iyice kavradı ve Anthrilién’in yakınına geldiğinde savurdu. Anthrilién eğildi ve saldırmadan yana çekildi. Onun da elinde kısa kılıcı vardı. Tekrar üzerine gelen Frenith’e karşı, o da ona doğru ilerlemeye başladı ve kılıcını bu sefer doğrudan gövdesine savurmasına karşı, kılıcını, gelen kılıcın önüne koydu. Çok daha küçük olan kılıcı saldırıyı tam savumanamış, Anthrilién’e fazla hızlı olmasa da, çarpmıştı. Anthrilién tekrar koşmaya başladı ve Frenith’ten biraz uzaklaştı. Herkes inanılmaz şaşırmış bir şekilde izliyor, ama kimin yanında duracağına karar veremiyordu. Halkın sevdiği, son savaşın kahramanı Anthrilién mi, yoksa şehrin koruyucusu Frenith mi?
Frenith tekrar Anthrilién’e doğru bir hamle yaptı ve kılıcının kabzasını sıkıca tutarak Anthrilién’in karnına doğru savurdu. Hemen yana kaçan Anthrilién, kaçmaktan yorulmuş ve sıkılmıştı. Sağ elindeki kılıcını doğrudan sağa doğru savurdu. Frenith hemen eğildi ve Anthrilién’e doğru zıplayarak doğruldu. Anthrilién bir adım geriledi ve tekrar saldırmayı denedi. Kılıcını bu sefer yukarıdan savurdu. Frenith, hemen ağır kılıcını kaldırdı ve darbeyi savundu. İkisi de tüm gücüyle kılıçlarını bastırıyorlardı. Frenith kılıcını bastırarak sağa doğru döndürdü ve Anthrilién’in kısa kılıcından kurtardı. Anthrilién, bir saniyeliğine tamamen savunmasız kalmıştı. Anthrilién  tekrar kılıcını önüne getiremeden, Frenith kılıcını yan tutarak savurdu. Anthrilién’in karnında derin olmayan bir kesik açılmıştı, fakat Anthrilién güçlü darbenin etkisiyle geriye doğru savrulmuştu. Kılıcı elinden fırladı ve tam da etraftaki insanlardan iyi tanıdığı birinin, Elanon’un önüne düştü. Anthrilién’in asası, düşmenin etkisiyle cebinden fırlamıştı. Önüne düşen asayı hemen insanlara fark ettirmeden kapan Elanon, Anthrilién’in kalkmasına yardımcı oldu. Anthrilien ağzındaki kanı yere tükürdü. Frenith, çoktan  alanın öbür ucuna gitmişti. Güçlü bir saldırı için hazırlanıyor gibi görünüyordu. Anthrilién hızlıca toparlandı ve kılıcını yerden aldı. İyice sinirlenmişti. Bu işi şimdi bitirmeliydi. İyice gerildi ve Frenith’le aynı anda koşmaya başladı. Bu iki kişi, birbirine doğru koşan iki kişi değil, iki fikirdi...

 Elanon elindeki asayı gömleğinin kolunun içine doğru koydu ve düşünmeye başladı. Ne yapabilirdi? Bu asa önüne tesadüfen düşmemişti. Mutlaka yardımcı olmalıydı. Derslerini hatırlamaya çalıştı. Elini çok az kaldırdı ve Frenith’in kılıcını düşünerek büyüyü uyguladı. Başarılı olması için dua ediyordu.

 Anthrilién ve Frenith iyice yaklaştı. İkisi de kılıçlarını iki eline almış ve iyice germişlerdi. Aynı anda ikisi de kılıçlarını savurarak son hamlelerini yaptılar. Kazanan, bu son hamleden sonra belli olacaktı. Anthrilién’in kılıcı havayı yardı, ince bir ses çıkarak hiç titremeden ilerledi ve Frenith’in kılıcıyla karşılaştı. Anthrilién’in kılcı, havayı yardığı gibi Frenith’in kılıcına çarptı ve onu paramparça etti. Önce ortadan ikiye bölünen kılıcın havaya uçan her parçası, havada da parçalara ayrılıyor ve etrafa bir buzun kırılan parçaları gibi dağılıyordu. Anthrilién, en az Frenith kadar şaşırmıştı fakar onun kadar üzülmediği kesindi. Hemen kılıcını Frenith’in eline doğru savurdu ve elini biraz keserek kılıç tutamaz hale getirdi. Frenith, elini tutarak acıdan haykırıyordu. Tam o sırada gardiyanlar savaş ortamını bastı ve Anthrilién’e saldırmaya yeltendiler. Anthrilién:

    “Bekleyin! Asıl suçlu bu adamdır!”

 Gardiyanlar bir an duraksadı ve Anthrilién’e baktılar. Hiç inanmış gibi gözükmüyorlardı. Ardından seyircilerin arasından festivaldeki gardiyanların lideri olan Zormkha çıkageldi.

    “Ne diyorsun sen? Komutan Frenith’i yaraladın!”
    “Suçlu bu adamdır! Ordu’nun tüm taktik ve malzemelerini başka krallıklara satıyor! Son savaştaki ve önceki birçok savaştaki ölümlerin suçlusu odur!”
    “Neler söylüyorsun sen? Kanıtın var mı?”
    “Kanıtım yok, Ama-“
    “O zaman nasıl bu suçlamayı yapıyorsun adam! Tutuklayın şunu!”

 Birden, kalabalığın arasından Frenith’in eski ortağı, hızlıca çıktı.

    “Hayır, durun! Adam doğru söylüyor. Frenith’in zırhını çıkarmanız yeterli olacaktır!”
    “Sen de kimsin?”
    “Yalnızca bir vatandaş. Dediğimi yapın!”

 Zormkha, askerlerine ufak bir el işaretiyle Frenith’i aramalarını emretti. Askerler hemen koşarak önce Frenith’in pelerinini, sonra da zırhını çıkarttılar. Zırhının altına kalın ve cepli bir kıyafet giymiş olan Frenith, korku terleri döküyordu. Cılız adam, bağırdı:

    “İç cebini arayın.”

 Cümlesinin her kelimesinden ve her harfinden zevk alıyor, tatmin olduğunu gösteren bir gülümsemeyle Frenith’e bakıyordu. Askerler denildiği gibi kıyafetinin düğmelerini açtılar ve iç ceplerine baktılar. Büyük iç cebinde, daha üç gün önce belirlenmiş yeni bir taktiği anlatan bir kağıt vardı. Cebindeki başka bir kağıtta da yine Ordu’nun kullandığı malzemeleri ve teknikleri anlatan yazılar yer alıyordu. Askerler hemen kağıtlar Zormkha’ya götürdüler. Zormkha, hem generalin ihanetine, hem de Anthrilién’in haklı çıkışına oldukça şaşırmıştı. Yanındaki askerin kulağına,  “Hemen bunu krala haber ver.” Diye fısıldadı ve askerlerine Frenith’i tutuklamalarını emretti. Anthrilién’in yanına giderek elini sıktı ve:

    “Teşekkür ederim efendim. Siz bir kahramansınız.”

Dedi. Oldukça bitkin bir halde olan Anthrilién gülümsedi. Bu sırada Elanon hemen koşarak yanına geldi ve ağlayarak ona sarıldı. Çocuk oldukça sarsılmıştı. Zormkha konuşmaya başladı.

    “İsterseniz sizi hemen evinize götürelim. Biraz dinlenirsiniz.”
    “Harika olur doğrusu. Teşekkürler.”

Anthrilién, son olarak Elanon’a döndü ve;

    “Sen de evine gitmelisin.”

Dedi. Elanon itiraz etmeden koşarak evine doğru yol almaya başladı. Artık kahramanı tamamen Anthrilién’di...

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Aralık 12, 2010

Napaolis - Bölüm 8

Napaolis Bölüm 8

    "Peki mallara ne oldu?"
    "Biraz gecikti. Bir iki güne gelir herhalde."
    "Gecikmeleri sevmediğimi bilirsin, Elion. O malları hemen istiyorum."
    "Savaş çıkması benim suçum mu? Ben ne yapabilirim ki?
    "Bana sesini yükseltme!"

Küçük sarışın çocuk, her gün okulunun bitiminden birkaç saat sonra tekrar döndüğü yere doğru yol alırken, yanında tartışan iki adam görmüştü. İlk bakışta güvenilir ve soylu gözüken bu iki kişinin konuşmalarını duyacak kadar yakınına gelince, adımlarını hızlandırdı. Ne kadar sokağa çıkma yasağı olsa da, gardiyanlar bile bunu pek umursamıyor, insanlar sokaklarda gürültü çıkarmadan yaşamlarına devam ediyorlardı. Tabi sokağa çıkmaya korkan insan sayısı da az değildi. Küçük çocuk mümkün olduğunca az kişiye görünmeye çalışarak meydandaki anıtın yanına geldi. Dev savaşçı anıtının tam karşısında, çok tanıdık bir yüz görmüştü. Birkaç hafta önceki savaşın ve Napaolis'te meydana gelen neredeyse bütün savaşların ana komutanı Frenith, karşısındaki cılız ve kısa boylu bir adamla oldukça hiddetli bir biçimde tartışıyordu. Eğer General Frenith'e yakalanacak olursa, çocuk suçlarının en ağırını yiyebilirdi. Hemen yürümeyi kesti ve anıtın arkasında çömelerek konuşmaları dinlemeye başladı. Her gün bu yoldan gide gele, köyde duymadığı dedikodu kalmayacak gibiydi.

    "Ama patron, hala anlayamıyorum. Neden bunları şimdi ve burada söylüyorsun?"
    "Seni kraliyet binasına çağırarak tüm şüpheleri üzerime çekmemi mi istiyorsun, seni aptal? Sence kral konuştuklarımızı duysa ne yapardı?"
    "A-anlıyorum patron. Ama eğer burada biri duyduysa?"
    "Sokağa çıkma yasağını unutuyorsun galiba, beyinsiz."
    "H-haklısın, patron."
    "Konuştuklarımızı unutacak kadar aptal değilsen, doğru evine git artık. Unutma, Kral kendi hazinesi için bir sayım isterse, ne diyeceğini biliyorsun.
    "Evet, patron."
    "Haydi, defol şimdi."

Hızlı bir biçimde yürüyerek oradan uzaklaşan adamın yanından, farklı bir tarafa yönelen General, anıtın sağından, çocuğun hemen yanından geçti ve gözden kayboldu. Eliyle yerden destek alarak kalkan Elanon, koşar adımlarla tahta kapıdan içeri girdi ve öğretmeni Anthrilién'in onu beklediği salona yöneldi. Odanın kapısının arasından sızan ışıklar, karanlık koridorları biraz da olsa aydınlatıyordu. Elanon içeriye girdi ve öğretmenini masasında bir şeyler yazarken gördü. Yüzünü kaplayan kirli sakallar gitmiş, yerini ağzının altında bıraktığı, çenesinin ucuna kadar uzanan bir sakal ve iki yana yayılmış uzun bıyıklar almıştı. Öğretmeniyle geçirdiği eğitimlerden sonra, bir günde sakal ve bıyıklarını nasıl bu kadar uzattığını merak bile etmiyordu. Öğretmeni defterini kapattı ve oldukça heyecanlı gözüken çocuğa döndü.

    "Ne oldu? Yolda biri mi gördü seni?"
    "H-hayır, ama yolda General Frenith'i gördüm. Başka bir adamla, kral ve kralın paralarıyla ilgili bir şeyler konuşuyordu."
    "İlginç. Ama bilirsin, hangi general kralın arkasından iş çevirmez ki?"

dedi, gülerek. Söylediği şey çocuğa fazla komik gelmemiş olsa da, çocuk zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi.

    "Asanı al da başlayalım." dedi Anthrilién çocuğa. Çocuk hemen hareketlendi ve odanın köşesindeki örtüyü kaldırıp kendi boyunun yarısı kadar olan tahta, şekilsiz asasını eline aldı. Öğretmeninin isteği üzerine, asasına kazıdığı yaprak simgesine baktı ve baş parmağıyla üzerinden çıkmamış talaşları sildi. Bu simgeye bir anlam veremiyordu. Anthrilién'e her sorduğundaysa, 'Benimkinde de ateş simgesi var. Benim yıktığımı, senin yeniden kurmanı temsil ediyor bu simgeler.' diyordu. Fakat bu cevap yalnızca Anthrilién'in kafasını iyice karıştırıyordu. Asasını iki eliyle kavrayarak öğretmeninin karşısına geçti ve hazır olduğunu belirterek başını bir kez öne salladı. Öğretmeni asasını sağ elinde sol eline götürerek, sağ elini başı hizasına çıkardı ve konuşmaya başladı:

    "Bugüne kadar sana büyünün ve büyücülüğün temellerini anlattım. Zayıf ve güçlü noktalarından bahsettim. Derslerimizin en sıkıcı bölümlerini bitirdiğin için seni tebrik ediyorum." dedi.

Elanon gülümsedi ve gerçekten bir şeyler öğreneceği için heyecanlanmaya başladı. En sonunda o da büyü yapabilecekti! Anthrilién, sol elindeki asasını kısa bir hamleyle salladı ve odanın dört bir yanında yakılı duran mumlardaki alevler titremeye başladı. Asasıyla yaptığı ikinci hamlede, alevler yükselip ve mumdan koparak, birlikte dans edermişçesine Anthrilién'in asasının ucuna yöneldi. Tüm odada dönerek, aydınlatmaktan çok mükemmel bir görüntü yaratmakta olan alevler Anthrilién'in asasına ulaştı ve emilerek yok oldu. Oda zifiri karanlığa gömüldü. Elanon, elini gözlerinin önüne getirdi ve salladı. Gözünün dibindeki elini bile hissedemiyordu. İstemsizce korkmaya başlamıştı.

    "Şimdi sırada"

Anthrilién cümlesini tamamlamadan, boş olan sağ elinde alevler yanmaya başlamıştı. Çocuğun gözleri tamamen açıldı. Alevler eliyle birlikte hareket etti ve Anthrilién'in yüzünün önüne geldi. Karanlıkta olkdukça korkunç gözüküyordu. Anthrilién, cümlesini devam ettirdi:

    "Gerçek büyü var."

İstemsizce, biraz heyecandan biraz da hayranlıktan zevkle gülen Elanon, aynı şeyleri yapabilmek için sabırsızlanıyordu. Anthrilién alevli elini kapatıp sıktı. Oda tekrar kararmaya başlıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra elini açan Anthrilién'in avcundan alevler minik boyutlarda fırlayarak ilk geldikleri yere, mumlara geri dönmüşlerdi. Elanon, dayanamadı ve gülerek alkışlamaya başladı. Anthrilién, bir elini karnına koyarak eğildi ve kalkıp gülümsemeye başladı.

    "Harikaydı! Harikaydı!"

Anthrilién, teşekkür eder gibi gözlerini kırparak başını öne doğru salladı.

    "Evet, şimdi derse başlayalım. Umarım bu sefer savaş çıkmaz."

Çocuk durabildiği kadar dik durdu ve dinlemeye hazır hale geldi.

    "Büyünün onlarca alt dalı ve türü vardır. Ama ben, senin daha iyi anlaman ve daha kolay öğrenmen için bunları ikiye böleceğim. İlk olarak, Element Büyüleri. Bu büyülerin en çok kullanılanlar olduklarına hiç şüphe yok. Bir ateş topundan tut da, bir gölü dondurmaya kadar, hatta rüzgarı kontrol ederek havalanmaya kadar, en pratik ve en çok kullanacağın büyüler bunlar. İkincisi, zihinsel büyüler. Zihinsel büyüler, uzmanı ve seveni için paha biçilemez büyülerdir, ama öyle herkes yapamaz. Bu büyülerin sınırı yoktur. Zihinsel büyülerde uzmanlaşan bir büyücü, büyülerini kendi yaratır. Bu yüzden zihinsel büyülerin yolunda ilerlemeyi seçersen, sana temeller dışında öğretebileceğim bir şey yok. Zihinsel büyülerde öğrenmezsin, keşfedersin. Ama yine de zihinsel büyücülerin en çok kullandıkları, cisimlerin kütlelerini, şekilleri kontrol etmektir. İki türün de temellerini öğrendikten sonra, sana kitaplarımı ödünç vereceğim. Bu süreçte, doğal olarak bir tarafa yöneleceksin. Gerisini zaman gösterecek."
    "Anladım. Şimdi ne yapacağız?"
    "İlk olarak, ateşle başlayacağız. Fakat 'yaratmak' oldukça üst seviye bir iştir. Bu yüzden bu mumu eline al." dedi ve uzun ve yanan bir mumu masadan alarak Elanon'a uzattı.
  
Elanon muma ve ucundaki ateşe dikkatle bakmaya başladı. Sanki bir bakışıyla ateşi yönetecekmiş gibi hissetti.
  
    "Hayatında hiç büyü yapılışını görmediğin için, herhalde efsaneler ve masallardaki gibi sihirli sözcüklerde yapıldığını zannediyor olabilirsin. Fakat böyle bir şey yok."

Elanon, her ne kadar bunu yeni öğrenmiş olsa da, zaten biliyormuşçasına bir tavır takındı.

    "Mumu masaya geri koy ve önüne otur. Mumun önüne geçtikten sonra, aleve bakmaya başla. Onu tanı. Sanki bir arkadaşınmışçasına konuş onunla. Gözlerini kapat ve düşün. Arkadaşına yükselmesini buyur. Alçalmasını. Sönmesini buyur."

 Elanon anladığını göstererek başıyla onayladı.

    "Şimdi bu asayı al ve işe başla."

Elanon gözlerini kapattı. Zihninde tek gördüğü aynı mum ve ucundaki alevdi. Aleve odaklandı. Sadece onu düşündü. Alevi tanımaya, onunla konuşmaya başlamıştı. Alevin arkadaşı olmuştu sanki. Ardından sol elindeki asasını düşündü. Alevle birlikte sanki yanıyordu. Rahatladı ve aleve buyurdu.

    "Yüksel." 

Bekledi. Alev onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Kendini toparladı ve pes etmeden tekrarladı.

    "Yüksel."

Gözlerini yavaşça açtı ve aleve baktı. Pek bir hareketlenme göremiyordu. Tahmin ettiği kadar özel birisi değildi anlaşılan. Arkasından gelen sesle irkildi.

    "Pes etme!"

Hemen tekrar gözlerini kapattı ve ateşe emir vermekten vazgeçti. Yalnızca onun yükseldiğini düşünüyordu. Sanki yeni arkadaşıyla aralarında bir zihin bağı varmış gibi. Düşündü, ateş zihninde yükseldi ve yükseldi. Onun boyunu geçer hale gelmişti. Yine aynı ses, onu iç dünyasından kopardı.

    "Yeter! Dur!"

Elanon, hemen gözlerini açtı ve ateşe baktı. Mumun üzerinde eski boyunun üç, dört katına çıkmış, küçük ama hızlı hareketlerle titriyordu. Gözleri iyice açıldı ve sandalyesinden zıplayarak mutluluktan dans etmeye başladı. Yetenekli olduğunu, kendisi de biliyordu, Anthrilién de. Ama Anthrilién, bu kadarını tahmin edemezdi...

Sanora
Seviyle Kalın.

Kasım 28, 2010

Napaolis - Bölüm 7

Napaolis Bölüm 7

 Her yer sessizleşmişti onun için. Hayatında bulunduğu en gürültülü ortamdaydı ama hiçbir ses duymuyordu. Yalnızca önündeki, oklarının ucunu tutuşturan zırhlı adamlardı tek gördüğü. Her şey iyice yavaşlamaya başlıyordu. Ta ki arkasından gelen uyandırıcı kuvvete kadar. Onu omzuyla istemsizce ittirip önüne geçen asker, diğerleri gibi okunu yaktı ve yayını gererek hazır tuttu. Ateşin başındaki adam:

    "Haydi! Seni bekliyoruz!"

diye bağırdı. Hemen sırtındaki yayını tuttu ve yukarıya doğru kaldırarak başının etrafından çıkardı. Sırtına taktığı sadağından bir ok çıkardı ve yaya yerleştirdi. Yıpranmış ve körelmiş metal okunun ucunu önce bir bezle yağladı, ardından ateşin üstüne tuttu. Birkaç saniye içinde yakıcı ve kaplayıcı alevler, okunun ucunu sarmıştı. Sanki her saniye okundaki alev büyüyor, büyüyor ve buradaki herkesi yutacak hale geliyordu. Belki o zaman kurtulabilirdi...


                                                           *****

 Anthrilién tahta masasının başındaki sandalyesine oturmuş, istemsizce sallanarak sandalyesini gıcırdatıyordu. Sanki sandalyesi çok hafiflemiş ve dayanıksızlaşmıştı. Belki de o ağırlaşıyordu. Yerdeki kılıcını aldı ve bir kısmını kınından çıkararak baktı. Bu şeyi yine mi kullanacaktı? Napaolis'e gelirken uyarılmıştı. Savaş durumlarında devlet çalışanları bile savaşa katılmak zorundaydı. Hiç istemiyordu. Korktuğundan mı, başka bir sebepten mi olduğunu ayırt edemez hale gelmişti. Ama yapmak zorundaydı. Plan için. Dünya için.


                                                           *****

 Hemen bir adım daha attı ve önündeki sıraya yerleşti. Tek sıra olmuş askerler, yaylarını aynı açıyla kaldırmış, ışıktan bir yol oluşturuyordu. Ama bu yol ışık kadar saf ve iyi değildi. Neden bu kadar uzun süre beklediklerini anlayamıyordu. Belki de şehri korkutmak, bir psikolojik savaş yaratmak içindi. Artık oku tutamaz hale gelmişti. Dayanamıyordu. Okunu tuttuğu sol kolunun dirseğiyle hemen yanındaki ateşçi başını dürttü. Orduda büyük saygısızlık olarak görülüyordu bu yaptığı. Ama okunu emirden erken bırakması daha da büyük bir saygısızlıktı. Kendisi kadar telaşlı olan adam saymaya başladı:

    "3!"

Yıkıma az kalmıştı.

    "2!"

Gözlerini kıstı.

    "1!"

Ve tamamen kapattı.

    "Ateş!"

 İki parmağı arasındaki ölümü ve acıyı saldı. İlk önce elinde başlayan ve her yerine yayılan bir özgürlük hissini yaşadı, ardından okun, tahta yayla arasındaki rahatsız edici olduğu kadar hızlı olan sesi duydu. Umuyordu ki oku birine isabet etmez. Umuyordu ki oku havada söner. Umuyordu ki o an, orada yok olur.
Gözlerini açtı ve havadaki binlerce oku gördü. O an, okların kuyruklu yıldızlara çok benzediğini fark etti. İkisi de çabucak silinen bir iz bırakıyordu arkalarında. İkisini de görenler, hemen aynı şeyi diliyorlardı. Okların ışıkları büyüdü ve hedeflerine ulaştılar. Ölen insanları göremeyeceği kadar uzakta olduğu için kendini şanslı hissediyordu. İçindeki buruk acıyla şehirdeki insanları gözünün önünde canlandırırken, bu acımasız oyun yine yanındaki askerin omzuyla yok olmuştu. Herkes ikinci okunu yakıyordu bile. Bu kadar cinayet yetmez miydi? Hemen sürüye uydu ve çobanlarının isteğini yerine getirmek için okunu alevlendirdi. Bu seferki atış daha çabuk geçmişti. Sonraki de. Ondan sonraki de. Ok yağmurlarının sonunda, ateş emirlerini veren adam yine bağırıyordu.

    "Silahlarınızı kuşanın! Yakın dövüşe hazır olun! Tanrılar yardımcımız olsun!"

 Herkes, yaylarını aldıkları yere geri yerleştirdi ve ilerlemeye başladı. Etrafına baktığında elinde bir mızrak, balta veya kılıç tutan birsürü insan görüyordu. Yüzlerindeki insansı ifade artık yok olmuştu. Tamamen çobanlarının bir koyunuydular. Sağ elini kınına götürdü ve kötü kılıcını çıkararak insanlarla birlikte yürümeye başladı. Biraz ilerde, Napaolis'in muhteşem kapısı aralanıyor ve atlılar, ardından yaya savaşçılar dışarı fırlıyordu. Hayatının en uzun yürüyüşüne çıkmış gibiydi.


                                                        *****


 Kral, yanındaki hizmetkarlarının ne kadar geride kaldıklarını önemsemeden hızla ilerledi ve meydandaki anıtın yanından geçti. Aradığı kişiyi evinde bulamamıştı. Bu saatte evinden başka bir yerde olduğu için onu tutuklayabilirdi. Ama tutuklarsa dünyanın en büyük ahmağı olarak görülürdü. Hızla akademiye girdi ve birkaç kapı ve koridordan daha geçtikten sonra fazla büyük olmayan eğitim alanına girdi. Aradığı kişi, tam tahmin ettiği yerde oturuyor ve sandalyesini gıcırdatıyordu.

    "Anthrilién! Anthrilién yardımın gerekli!"

 Anthrilién adının telafuz edildiğini duydu ve yavaşça başını kaldırdı. Saçları yüzünün bir kısmını kapatıyordu ve gözleri hala kılıcına kayıyordu.

    "Bi-bir savaş çıktı, hem de ittifağımızdan Nerfhia Krallığı, ka-kapımızda."

 Heyecandan kelimeleri birlikte bile kullanamaz hale gelmişti. Anthrilién yavaşça ayağa kalktı ve konuşmaya başladı;

    "Ne kadar yakındalar?"
    "Yirmi dakika uzaktalar."
    "Anladım."

dedi ve kralın yanından kapıya yürüyerek dışarı çıktı. Yavaşça şehirdeki son vakitlerinin tadını çıkarmaya çalışıyordu. Yanan evler veya yere yığılmış asker cesetleri, hiçbir şey bunu engelleyemiyordu. Ardına kadar açılmış kapıya yaklaştı ve ordunun arasından öne ilerleyerek en önde birer kahraman gibi duran generallerin yanına gitti. Attığı her adımda etrafındaki insanlar deliler gibi bağırıyor, onu alkışlıyorlardı. Doğrusu berbat bir günde nasıl moral verilir iyi biliyorlardı. Deminki tavrını ve ruh halini attığı her adımda yere bırakıyordu. Generalin yanına gitti ve atın üzerine oturmuş adamı selamladı.

    "Neden bekliyorsunuz?"
    "Onlar bize saldırıyor, defansif durmalıyız."
    "Deli misiniz siz? Atları yok ve bizde de atlar var, ezin geçin onları."

 General yıllardır savaşlarda emir almaya alışkın değildi. Bu yüzden ufak bir şoka uğradı ve sinirli bir yüz ifadesiyle Anthrilién'e döndü. Fakat Anthrilién generali umursamıyordu bile. Karşıda yaklaşan orduyu inceliyor ve oldukça meşgul görünüyordu. Birden generalin gözü acımaya başladı ve istemsizce gözünü kıstı. Başını kaldırdığında bir dağın arkasından doğan Güneş Ana'yı gördü. Atıyla birkaç adım gerileyerek orduya doğru döndü ve sağ elindeki kılıcını kaldırdı. Herkes motive edici bir konuşma bekliyordu, ama istedikleri yerine berbat bir cümleyle karşılaşmışlardı.

    "Saldırıyoruz! Hücum!"

 Askerlerden hiçbiri bunu beklemiyorlardı fakat emre uyarak ilerlemeye, koşmaya başladılar. Öndeki binlerce atlı çok daha önden gidiyordu. Generallerin ve Anthrilién'in bulunduğu kısım insan akışını yarıyordu. Anthrilién ordudan çok daha yavaş biçimde ama onunla birlikte yürümeye başladı. Karşı taraf, bu taaruza çok şaşırmıştı. Herkes yaylarına sarıldı. Onları alevlendirecek zaman bile yoktu. Bir kere atılabilen oklar en öndeki atlı sırasındaki birsürü atın ve askerin ölmesine ve yuvarlanarak arkadakilere zarar vermesine sebep olmuştu. Fakat kimse bunu umursamıyor, tüm hızıyla devam ediyordu. O alandan sağ çıkan hiçbir asker, atların mızraklarla ilk temas anını asla unutamayacaklardı. Bir mızraklı için bir atlı heba oluyor, arkasından gelen ikinci atlı ise orduyu ezerek gidebildiği mesafe kadar bir yol oluşturuyordu. Atlıların yarısı telef olduktan sonra ilerleyemez hale gelen Napaolis ordusu yakın savaş için hazırdı. İki tarafın askerleri de silahlarını avuçları içinde iyice sıkıyor ve yalnızca öldürmek için savuruyordu. Bir saniye içerisinde yüzlerce hayat bitiyordu.

 Anthrilién koşmaya başladı. Önündeki insan yığını onu hiç yavaşlatmıyordu bile. Onu görüp kenara çekilen askerler Anthrilién için bir yol oluşturmuşlardı. Onu fark etmeyenler de itilerek kenara savuruluyordu. Anthrilién hızlandı ve haykırarak zıpladı. Tam karşısındaki Nerfhia askerine doğru çaprazından savrulan kılıç omzundan itibaren beline kadar vücudunu kesiyor, derisini ayırıyor, iç organlarını görülür hale getiriyordu. Yere bir çuval gibi yığılan asker, Anthrilién'i hiç yavaşlatmamıştı. Soluna doğru ilerleyen kılıcı savrulduktan sonra yere inip yine soluna doğru bir kez döndü ve hemen önündeki askerin de kollarını kesti. Solundan savrulan baltayı fark etti ve eğilerek askerin bacaklarını kesti. Üzerine yığılan askeri fırlatmak amacıyla doğruldu ve ona doğrultulmuş olan kılıca karşı bir kalkan görevi gören askeri yere bıraktı. Cesede saplanmış, kendi kılıcına göre daha kısa olan kılıcı kanlar arasından çıkardı ve diğer elini aldı. İki elini de savurarak dönüyor, bir ölüm makinesi gibi etrafındaki askerlerin hepsini biçiyordu. Onun yarattığı boşluğa dalan Napaolis askerleri de ona yardımcı oluyordu. Hiçbir ordu, bu ekip karşısında duramazdı. Sol elindeki kılıcı bir askerin kafasına fırlattı ve etrafa fışkıran kanların altında, cesedin elindeki baltayı kaptı. Artık daha fazla insan kesiyor ve öldürüyordu. Bugünden sonra kendisinden nefret edecekti.


                                                    *****

 Neler oluyordu orada? Bir insanın ölmesi bu kadar kolay mıydı? Sanki bir hortum çıkmış, bu hortum insanları biçiyor ve çeşitli uzuvlarını etrafa saçıyordu. Hiç bu kadar korkmamıştı. Dayanamadı ve arkasını dönerek kaçmaya yeltendi. Fakat arkasında bir sürü insan vardı. Hemen önüne döndü ve ordunun ona çok yaklaştığını gördü. Bir sürü gri, parıldayan zırh arasında koyu renkli bir kumaş giyen birini görüyordu. Deli falan olmalıydı herhalde. Sağına baktı ve arkadaşının da kendisi kadar korkmuş olduğunu gördü. Arkadaşı ondan biraz daha ilerdeydi. Hızla dönen bir kılıç gördü. Arkadaşı sağ elini kaldırdı ve kılıcıyla savunmaya kalkıştı. Tabi ki hiçbir işe yaramamıştı. Dönen kılıç, önce arkadaşının sağ elini kesti. Kılıçla birlikte önüne fırlayan el, gözlerinde iki gündür hazırda bekleyen gözyaşlarının anahtarı oldu. Dayanamamıştı. Kılıcın ardından gelen yandaşı balta, arkadaşını ortadan ikiye bölmüş, tüm organlarını etrafa saçmıştı. Vücudunun yarısını artık arkadaşının kanı kaplıyordu. Hıçkırarak ağlıyordu. Arkadaşı için değil, kendisi için. Arkadaşı için artık bitmişti. Kurtulmuştu. Şimdi sıra ondaydı. Kafası bedeninden fırlamadan önce sön gördüğü, kılıç ile baltanın arasındaki gıpgri, kontrolden çıkmış gözlerdi. O gözler de, kendisininkiler kadar korkmuştu. Kafası sağa doğru savruldu ve başka birinin üstüne düştü. Acısız olduğu için çok minnettardı.

 Anthrilién kontrolü eline aldı ve katliamı kesti. Daha fazla yapamazdı. Gözleri karardı ve vücudundaki tüm kan, hızlıca çekiliyormuş gibi hissetti. Diğer cesetler gibi yere yığıldı.

Sanora
Sevgiyle Kalın

Kasım 21, 2010

Napaolis - Bölüm 6


Napaolis Bölüm 6

Zifiri karanlık. Sanki krallıklarında buldukları tüm metal parçalarını üzerlerine takmışlar gibi giyinen, amatör askerlerin tek gördükleri buydu. Çok yavaş adımlarla ilerlediler. Bomboş bir ovadalardı. Bu ova o kadar büyükti ki görebildikleri tek yükseklik, ufuk çizgisindeki minik dağdı. Yüzlerce kişiyi içeren gruptaki askerlerden biri elini, zincirlerden özensizce işlenmiş zırhının altına götürdü ve sol göğsünü kaşıdı. Bu zırhlardan mıydı yoksa bir ok gibi göğsünden fırlayacak kadar hızlı atan kalbinden miydi o da bilemiyordu. Tüm grupla birlikte yavaş adımlarla ilerlerken başını hafifçe sağa çevirdi ve yanındaki askerin arkadaşı olduğunu umarak;

    "Ne kadar kaldı sence? Yürümekten ayaklarım su topladı. Bu halde nasıl savaşabiliriz ki?" dedi.

Arkadaşı umursamaz bir tavırla ona döndü.

    "Mola veririz merak etme. Hem mızlanacaksan, savaşa neden geldin ki?"
    "Kes sesini. Sadece yoruldum."
    "Merak etme, birazdan tüm yorgunlukların bitecek." dedi.

Önce sırıtmaya sonra da dayanamayıp sessiz kahkalarla gülmeye başladı. Bu ufak diyaloğa kulak misafiri olmuş olan tüm askerlerde "mızmız çocuğa" gülüyorlardı. Soruyu sorduğuna bin pişman olan genç savaşçı, hiç bu kadar utandığını hatırlamıyordu. İçinde hem yüzünü oldukça kızartan berbat bir utanç duygusu ve ölüm korkusu yavaşça yayılıyordu. Yavaşça karnını ve kalbini ağrıtıyor, sanki tüm organlarını ateşe veriyorlarcasına sızlatıyordu. Boğazındaki kuruluk da buna hiç yardımcı olmuyordu. Kendini topladı ve tam savunma yapacakken arkasını döndüğünde, askerlerin çoktan gülmeyi kesmiş olduklarını, hatta kendi birkaç saniye önceki durumunun etrafındaki tüm askerlere yayılmakta olduğunu fark etti. Önüne döndü ve grubun ön taraflarında bir karmaşa hissetti. Askerler düzenli veya sessiz bir biçimde ilerlemiyor, sağa sola savrularak bölünüyorlardı. İçini sozsuz bir korku kapladı, gözleri açılmıştı. Ne yapacaktı? Burada ölürse, her şey bitecek miydi onun için? Ama yapacağı daha çok şey vardı. Hayallerine ne olacaktı? Sağ elini, belindeki ahşap kına geçirilmiş, eski ve körelmiş kılıcının demir ve ezilmiş kabzasına götürdü. Yanaklarından su damlaları yavaşça aşağıya doğru ilerliyordu. Bunların ter mi, gözyaşı mı, yoksa önündeki grupta olan bir katliamdan sıçrayan şeyler mi olduğunu ayırt edemiyordu. Önünde yalnızca ufak bir asker kavgası çıkmış olduğunu, bir sorun olmadığını onlarca kez kendine teselli eder gibi tekrarladı. Grup iyice dağıldı, Sağa ve sola savrulan insanlarda bir yara bere göremiyordu. En sonunda, önündeki askerin omzunda bir el gördü. Dayanamıyordu. Kılıcını parçalayacak kadar sertçe sıktı ve tüm gücüyle çekti. Deli gibi haykırıyordu. önündeki askerde sol tarafına fırladı ve oldukça tanıdık bir yüz belirdi. Kendi bölüklerinin komutanı, oldukça sinirli bir ifadeyle ama ağzını açmadan ona bakıyordu. Kılıcını elinden bıraktı ve istemsizce titreyerek komutana baktı.

    "Bu ne cüret?" dedi fısıldar gibi.
    "A-afedersiniz." diyebildi sadece o da komutan gibi fısıldayarak.

Onu da sola doğru itekledi ve normal bir ses tonuyla,

    "Biz burada, yakalanmamak için sessizce ilerliyoruz ve siz umursamadan haykıra haykıra gülüyorsunuz. Eğer bir ses bile duyarsam, hepinizin kellesini alırım." dedi.

Ortamda hiçbir ses çıkmadığı için herkes rahatlıkla duyabilmişti. Dediklerinden çok daha sinirli olduğu ve hiç tatmin olmadığı belliydi. Ama bağıramaz, ses çıkaramazdı. Komutan askerleri bölerek oluşturduğu yoldan geri ilerlerken, komutanın iyice uzaklaştığını gören askerlerden birisi,

    "Savaşta da kendin savaş o zaman." dedi oldukça kısık bir sesle.

Askerler bu yoruma bayılmıştı ama kimse ağzını bile açamadı. Savaş yerleri olan Napaolis'e gelen kadar, kimseden en ufak bir ses bile çıkmamıştı. Anlaşılan herkes bir şeyleri düşünmekle meşguldü. Yalnızca yanındaki arkadaşı Napaolis'e iyice yaklaştıklarında bir şeyler söyleyebilmişti.

    "Giliarth."
    "Efendim?"
    "Afedersin."


 *****

Napaolis sokaklarındaki insan sayısı gitgide azalmıştı. Geceleri, güneş battıktan sonra sokağa çıkmak yasaktı. Tavernalara sadece askerler gider, yer, içer, zilzurna sarhoş olur, tavernada çalışan kadınlara sarkar, ardından kavga çıkararak para ödemeden giderlerdi. Artık tavernacılar için bir rutin haline gelmiş olan bu durum, kraliyet ailesi için ise hiçbir önem teşkil etmiyordu.
Küçük sarışın çocuk, eşyaların kaldırılmış olduğu pazar yerinde, bir sandığın arkasına çömelmiş, yolun ucundaki askerlerin geçmesini bekliyordu. Askerler uzaklaştıktan sonra hızlı ama sessiz bir şekilde ilerledi ve meydandaki anıtı geçerek okullarına doğru ilerledi. Tarif edilemez bir heyecan içindeydi. Tahta kapıyı yavaşça açtı ve koridorda kimsenin olmadığından emin olduğunda sınıfına doğru ilerledi ve içeri girdi. Normalde bu saatte kapalı olması gereken sınıf, Anthrilién çalışmak istediği için açık bırakılmıştı. Sınıfın öbür ucundaki masasında, kapıya sırtı dönük bir şekilde oturan hocasını gördüğünde, heyecanı ikiye katlandı ve koşarak yanına geldi.

    "G-geldim." dedi.

Gözü tüm sınıfı süzüyor, büyü hocasını arıyordu.

    "Hoşgeldin. Hazırsan başlayalım."
    "Hazırım ama, tanıştıracağınız kişi nerede? Gelemedi mi yoksa?"
    "Geldi, tam karşında."

dedi ve çocuğa bakarak gülümsemeye başladı. Çocuk, duyduklarına inanamıyordu. Ağzı şaşkınlıkla açıldı ve iki eli de ağzını kapatmak için refleks olarak oraya gitti.

    "S-siz, bü-büyücü müsünüz?"

kelimelerini ağzından çıkarabilmek için oldukça çaba sarfetmişti.

    "Evet. Hem de oldukça iyi bir büyücüyüm. Haydi, ağzını kapat da başlayalım." dedi ve arkasını dönerek masasında duran kitapların arasından bir eldiven, uzun bir asa ve kısa bir sihirbaz asası çıkardı.
    "Temel büyü eşyalarını tanıyabilmen lazım."

Anthrilién çoktan derse girmişti bile ama çocuk hala şoku atlatamamıştı. Birkaç saniye içinde kendini toparladı ve pür dikkat öğretmenine yoğunlaştı.

    "İlk olarak, asa. Asalar en çok kullanılan büyü eşyasıdır. Unutma, asa bir silah değildir. Gerektiğinde bir yardımcı, bir yoldaştır. Mesela bu benim asam." dedi sağ elindeki uzun, tahta asayı göstererek. Ardından devam etti.

    "Asalar her türlü büyü için kullanılabilirler. Her büyü dalına eşit şeklide dağılmıştır güçleri." Asayı masaya bırakarak diğer elindeki kısa sihirbaz asasını göstererek devam etti.
    "Sihirbaz asaları." dedi, içindeki çekememezliği dışarı vurarak. Asayı iki ucundan tuttu ve bükerek kırdı. Ardından hiçbir saygı belirtisi göstermeden yere fırlattı.
    "Yalnızca hokkabazların işi. İlüzyon, bir büyü alt dalıdır. Ama hokkabazlarınki büyü değildir. Bunu unutma." dedi.

Çocuk, her dediğinin her kelimesini ses tonuna kadar zihnine kazıyor, her cümlesinin sonunda başını ufak bir hareketle öne doğru sallıyordu. Anthrilién eline eldivenini aldı ve giydi.

    "Eldivenlerle önceden karşılaşmış olduğunu zannetmiyorum. Eldivenler, yalnızca meraklıları tarafından tercih edilir. Tamamen elemental büyüler içindir. Mesela bir alev topu fırlatmak gibi. Veya bir rüzgar dalgası. Anthrilién'in söylediği her büyüde çocuk iyice heyecanlanıyordu.

    "Her neyse, şimdi şu asayı eline al ve dediklerimi uygula." dedi Anthrilién ve arkasını dönerek masasının üzerindeki diğer, daha kısa ve daha güçsüz asayı ona uzattı. Çocuk asayı eline ve aldı ve iki eliyle kavradı.

    "Buna bayıld-"

Cümlesini tamamlayamadan dışarıdan bir bağırma sesi gelmişti. Anthrilién kafasını pencereden dışarı çıkardı. Askerlerden biri delirircesine emirler yağdırarak haykırıyor, etrafındakiler korku ve telaşla yerine getirmeye çalışıyorlardı.

    "Kahretsin!"

Napaolis, bir savaş ve savaşcı kentiydi. Buranın halkı artık ufak savaşlara alışkındı ama askerlerin tepkilerine göre büyük bir savaş geliyordu. Elanon,

    "Ne oluyor? Ne var?" diye telaşlı sorularla Anthrilién'in zihnini meşgul ediyordu.

    "Çabuk! Asayı ver bana!" diye bağırdı Anthrilién çocuğun vermesini beklemeden asayı elinden alırken. Masasındaki tüm kitapları topladı ve asalarla birlikte masasının altındaki sandığa kilitledi.

    "Ne oluyor?" diye tekrarladı çocuk.
    "Bir ordu yaklaşıyor. Savaş olacak, kahretsin! Bu şehirden nefret ediyorum!"

Çocuk da Anthrilién kadar telaşla,

    "Eve gitmem gerek!" diye bağırdı ve arkasına bakmadan odadan çıktı. Anthrilién sandalyesine oturdu ve çaresizce askerlerin bağırışlarının azalmasını dileyerek bekledi.
  

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Kasım 15, 2010

Gecikme

Bayram nedeniyle 6.bölüm biraz gecikti. Çok özür diliyorum en yakın zamanda ekleyeceğim :)

Kasım 07, 2010

Napaolis - Bölüm 5

Napaolis Bölüm 5

   "Sağ ayak öne. Hayır, hayır. O ayağın sol Milian, ben sağ ayak diyorum. Evet, evet o."
Küçük esmer çocuk, sağ ayağını öne doğru götürdü ve kılıcını kaldırarak tüm gücüyle savurdu. Kılıcı, arkadaşının koluna gitmiş ve sessiz bir inişle sonlanabilmişti yalnızca.
    "Harika!"
Anthrilién, çocuğun başarmasına tüm içtenliğiyle sevinmişti. Bu sevinci, çocuğa bir moral patlaması şeklinde yansıdı ve kamburunu yok edip, yiğit savaşçılar gibi dimdik durmaya çalıştı. Fakat bu rahatsız edici durumdan vazgeçti ve gülümseyerek bedenini eski haline getirdi.
    "Son arkadaşınız da başarıyla tamamladığına göre, sonraki konuya geçelim. Lütfen herkes birer kalkan alsın!"

Çocuklar, başka bir konuyu daha başarıyla tamamlamanın sevinciyle hızlıca kalkanlara doğru yarışarak ilerlediler. Küçücük bedenleriyle günlerinin her dakikasını oyuna çevirebiliyorlardı. İlk varan hemen aralarından en güzel ve en az yıpranmış olanını seçti ve zafer edasıyla kalkanını havaya kaldırarak sırıttı. Dünyanın hakimi oydu.

Ufak tartışmaların, kötü kalkanları almış olmanın yarattığı asık suratların hüküm sürdüğü grup tekrar sıraya geçti ve öğretmenlerinden gelecek yeni talimatları beklediler. Öğretmenleri tam karşılarına geçti ve konuşmaya başladı:

   "Bir kalkanın ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmeyen yoktur herhalde."
Sıranın en kenarındaki çocuğun, bu kalkan denen yassı tahta parçasının ne işe yaradığına dair hiçbir fikri yoktu. Başını soluna çevirip diğer arkadaşlarına baktı, anlaşılan ondan başka herkes kalkanların ne işe yaradığını biliyordu. Utancından parmağını kaldıramadı ve sanki herkesten çok biliyormuş gibi bir ifade takınarak dinlemeye devam etti. Arasıra etrafına sıkıntılı sıkıntılı bakıyor, diğer çocuklara "dinlememe gerek bile yok" şeklinde bir ifade vermeye çalışıyordu.
  
    "Kalkanınız, sol elinize geçirili durur. Kılıcınızla bir bütündür. Rakibinizden gelen darbelere karşı korunmak, savaştan sağ çıkmanın en önemli adımıdır."

Artık sıranın kenarındaki çocuk bir kalkanın ne işe yaradığını biliyordu.

   "Kalkanınız ve kılıcınız, savaşın içinde ayaklarınızla da bir bütün halinde olmalıdır. Sağ elinizdeki kılıcı savururken, sağ ayağınızla öne doğru ufak bir hamle yaparsınız." dedi Anthrilién ve dediklerini aynen uyguladı. Öncelikle sağ ayağını biraz öne götürdü, ardından geride kalan bedeniyle birlikte, elindeki kılıcı ileri hücum ettirerek savurdu.
   "Kalkanınız için de aynı şey geçerlidir. Sol ayak, bir adım öne." dedi ve söylediklerini tekrar uyguladı.

    "Ve son olarak, en önemlisi. Bunları yaparken, ayaklarınızı korumayı ihmal etmeyin." diye ekledi ve çocukların aynılarını yapmaları için işaret etti. Tüm çocuklar çalışmalarına başlayıp, hep bir ağızdan "Önce sağ, sonra sol!" şeklinde hızlı ve ritmik bir tekerleme söylerek denilenleri aynen yapıyorlardı. Bir çocuk hariç.
Sırada soldan ikinci, sarışın çocuk, denilenleri yapmaya bile çalışmıyordu. Yalnızca kılıcını ve kalkanını elinde tutuyor, buradaki her dakikasından nefret edercesine etrafını süzüyordu. Anthrilién yavaşça yanına gitti ve dizleri üzerine çökerek önünde durdu.

    "Neden denemiyorsun?" dedi, teselli edici, yumuşak bir sesle.
    "Çünkü istemiyorum."
    "Peki, ne istiyorsun?"
    "Büyü."
Çocuğun ağzından fısıltıyla çıkan sözler, Anthrilién'e sanki bir haykırma gibi gelmişti. Küçücük bir çocuğun büyüyü arzulaması, özellikle de Napaolis'te. Olanaksız gibiydi. İri iri açılmış gözleriyle çocuğa bakabildi sadece. Ne diyeceğini bilemiyordu.
    "Ne oldu, beni cezalandıracak mısın?"
Anthrilién kendine gelmeye çalıştı ve başardı. Gözlerini tekrar kıstı, önce bakışlarını yere çevirdi, sonra tekrar çocuğa döndü ve;
    "Peki, Neden?" dedi.
    "Dünyada yapılması gereken çok şey var çünkü. Bu işleri de saçma kılıç oyunlarıyla yapamam. Büyü öğrenmem gerekli. Bunun için de tek ihtiyacım olan bir büyü hocası." dedi.
    "O zaman, yarın güneş batınca bu ders odasına gel, seni bir arkadaşımla tanıştırayım."
   "C-cidden mi? Bu harika!" diye bağırdı çocuk. Biraz kontrolsüzce bağırmıştı. Diğer çocuklar çalışmalarını duraklattı ve başlarını çevirerek Anthrilién ve çocuğu süzdüler. Birkaç saniye sonra hepsi tekrar çalışmalarına dönmüşlerdi.
    "Söyle bakalım, adın nedir?"
    "Elanon, efendim."
    "Peki Elanon, büyüyü nereden duydun?"
    "Şehre giren tüccarlardan birisi çantasından bi kitap düşürmüştü. Orada okudum. Birkaç sene önce. O günden beri büyü öğrenmek istiyorum. Size bir şey sorabilir miyim efendim?"
    "Tabi, nedir?"
    "Bana bu iyiliği neden yapıyorsunuz?"
    "Belki de peşinden gitmemiz gereken tek fikir, çocukluk hayallerimizdir."  dedi ve gülümseyerek doğruldu. Arkasını dönerek birkaç adım ilerledi ve çocukların dersine geri döndü. Elanon ise, öğretmeninin dediklerini düşünmekle meşguldü.

Sanora
Sevgiyle Kalın

Ekim 30, 2010

Napaolis - Bölüm 4



Napaolis Bölüm 4

"İlk günüm oldukça güzeldi. Halkın öğreticiler hakkındaki görüşleri hala değişmemiş. Oldukça canayakınlar. Bu çok işime yarayacak."

Oldukça eski, sayfaları yıpranmış ve birçok sayfasının arasına alakalı alakasız kağıtların sıkıştırılmış olduğu, neredeyse can yoldaşı diyebileceği defterini yavaşça kapattı. O defter, onun için o kadar önemliydi ki, hızlıca kapatmaya bile kıyamıyordu. Çantasının içine defteri özenle yerleştirdi ve tahta sandalyeyi geri iterek kalktı. Çok uzun bir yolu yürüyerek gelmişti. Büyülerinin de yardımı olmasaydı hiçbir yere varamazdı. Kendini yatağa bıraktı ve uykunun onu hemen kollarına alması için yalvardı. Son zamanlarda arası rüyalarla fazla iyi olmadığı için, Uyku Tanrısı'na rüya istemediğini de belirtmeyi ihmal etmedi. Artık zihnini uykuda bile yormak istemiyordu. Aklından bir şey geçirecek kadar bile enerjisi kalmamıştı. Yalnızca dipsiz uyku çukurunda süzülmeyi bekledi...

Elleri yanıyordu, alev büyüsü yapmaya çalışmıştı ama yalnızca ellerinin yanmasıyla sonuçlanmıştı. Alevleri ileri gönderemiyordu. Kafasında görkemli ve oldukça büyük bir taç olan, şık giyimli adam ise, yalnızca ona bakarak sırıtıyordu. Bu dayanılmaz acı bitmeliydi. Hemen.

Birden, kafasında taç olan adamın yüzünün yok olduğunu gördü. "Tak!" Yavaşça ayakları "Tak!" ve tüm bedeni.

Terler içinde yatağından fırladı. Elini, yüzünü kapatan saçlarına götürdü ve ıslak saçlarını geriye doğru kıvırdı. Anlaşılan Uyku Tanrı'sı, yine onu dinlememişti. Rahatsız edici ses hala devam ediyordu. Beynini kemiren o tak'lama sesini kesmek için her şeyi yapabilirdi. Başını kaldırdı ve kapısının çalındığını gördü. "Efendim?" diye bağırdığında, hak ettiği sessizliğe ve huzura kavuşmuştu.

    "A-Aferdersiniz, de-ders yapmayaca-cak mıyız?"

Anlaşılan uyuya kalmış, ve evinden beş adım ötedeki akademi binasından bir öğrencisi de onu uyandırmaya gelmişti. Oldukça şaşkın bir edayla, açılmış gözlerini pencereden gökyüzüne yöneltti. Güneş, tepeye çıkmak üzereydi. Derse oldukça geç kalmıştı.

    "Tamam! Bekle geliyorum!"
    "P-peki, bekliyorum."

İlk günden geç kalması hiç hoş bir şey değildi. Kimsenin onu azarlayacağı yoktu ama insanların önyargısı onu rahatsız ediyordu. Hemen üzerine birkaç parça kıyafet geçirdi ve kahverengi eski cüppesini giydi. Yaz mevsimi dışında hava, burada pek sıcak olmazdı. Çantasını da omzuna taktıktan sonra hemen kapıyı açtı. Tahta kapı öylesine eskiydi ki, açarken fark etmeden kapıyı kıracaktı neredeyse. Karşısına, oldukça kısa boylu, kahverengi saçlı ve beyaz tenli bir çocuk çıktı.

    "Haydi, gel bakalım."
    "P-peki, geliyorum."

Oldukça çekingen olan çocuğu yanına alarak evden dışarı çıktı. Burası bir ev sayılmazdı aslında. Şehrin konaklama hizmeti gibiydi. Burada evi olmayan şehir çalışanlarının kalması içindi. Birkaç adım sonra akademiye vardılar ve hızlı adımlarla içeri girdiler. Öğrencileri daha fazla bekletemezdi. Bölümlere ayrılmış binanın içerisine daldı ve yakın savaş bölümüne girdi. Napaolis şehri eğitimine oldukça önem veriyordu. Bu mahallede etrafındaki tüm eski binalara nispeten, akademi binası yepyeni duruyordu. Biraz daha ilerledikten sonra sınıfa girdi ve oldukça iyi aydınlatılmış büyük salonun göbeğine geldi. Peşinden gelen küçük öğrenci de arkadaşları arasına girdi. Cüppesinin iç ceplerini teker teker karıştırarak minik anahtarını çıkardı ve salonun köşesindeki devasa sandığı açtı. İçinde bir sürü tahta kılıç vardı. Tahta kılıçların altındaki yıpranmış tahta kalkanları bir kenara topladı ve içerisinde başka dövüş eşyası olup olmadığına baktı. Anlaşılan devletin de bütçesi bir yere kadardı.

Hemen doğruldu ve arkasını döndü, sınıfta on iki çocuk vardı. Hepsine birer tane olacak şekilde kılıçları çıkardı ve tek tek onlara fırlattı. Aralarından ikisi hariç hiçbiri tutamamıştı. Hatta, bir tanesi parmağına çarptığı için ağlamaya başlamıştı. Düşünebildiği tek şey, içinde bulunduğu durumun iğrençliğiydi. Tüm kişiliğini ve benliğini bir kenara bırakmış, Kader'in İlahi Planı için, küçücük çocuklara öldürmeyi öğretiyordu.

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Ekim 29, 2010

Napaolis - Bölüm 3

Napaolis Bölüm 3

“Hey! Çocuk ne durumda?” dedi bir gardiyan. Ağır ve metal zırhı hareket etmesini zorlaştırıyordu. Bu yüzden jestler yerine mimiklerini kullanmayı tercih ediyorlardı. Diğeri, başını çevirdi ve:
    "İyi işte, yarın akademiye başlayacak."
    "Cidden mi? Zaman ne çabuk geçiyor. Hangi akademiye girecek?"
    "Dövüş akademisi tabi ki. O da babası gibi olacak."
Dedi ve sağ kolundaki kasını sıkarak güç gösterisi yapmaya yeltendi. Fakat ağır zırhı buna bile engel oluyordu. Bir tehlike karşısında bu zırhlar içinde nasıl savaşabilirlerdi ki?

Napaolis’te birçok akademi vardı. Bu akademilerde 12 yaşına gelen çocuklar, 18’lerine kadar eğitiliyorlardı. 15 yaşında alt alan seçimi yaparak bir alan da uzmanlaşıyorlardı. En büyük ve bilinen akademiler dövüş akademisi, şifa akademisi, uzak dövüş akademisi ve suikast teknikleri akademisiydi. Lisanslı bir savaşçı olabilmek için her yıl Nisan ayında birçok genç buraya gelirdi.

Gardiyanlar hala konuşuyorlardı ve Anthrilién, onu görmeleri umuduyla birkaç dakikadır kapıda bekliyordu. Başından geçen berbat yolculuk yüzünden beklemeye bile dayanamıyordu. Heyecanlı bir konuşma içerisinde olduklarından emindi. Konuşmalarına verdikleri kısa arada başını öne çeviren gardiyan, onu hemen fark etmişti. Gülümseyerek selam verdi. Önceden burada birkaç kere bulunduğu için, tanınıyordu. Öğretmenlik davetiyesi gönderildiğinden beri, adı şehirde yayılmıştı ve onu tanımayan kalmamıştı. Napaolis’te büyü yasaktı ve o bir büyücüydü. Bu zıtlıktan, asasını görünmez yapıp beline bir kılıç takarak sıyrılıyordu. Usta bir büyücü olsa da, kılıç kullanmada da  oldukça iyiydi. Bu da onu, akademiye hoca yapıyordu.

“Açıl!” diye bağırdı gardiyan. Alt taraftaki başka bir gardiyan kolu sertçe döndürdü ve kapının aralanmasını sağladı. Tanıdıkları, cüppe giyen tek kılıç kullanıcısı oydu. Asla zırh giymezdi ve bu da onları oldukça şaşırtıyordu. Şehirden içeri girdi, cüppesinin kapşonunu açtı ve ona el sallayanlara gülümseyerek karşılık verdi. Napaolis halkı, öğretmenlere çok saygılı ve minnettardı. Onlar için çalışıp, onları eğitmeye çalışan kişiye, asil gibi davranırlardı ve el üstünde tutarlardı. Gördüğü kadarıyla bu hala değişmemişti.

Şehirde, neredeyse tüm savaşçılar silah kullandığı için, bir saniyede yaklaşık beş-altı çekiç sesi duymak olanaklıydı. Birçok demirci dükkanı vardı ve her dükkanda birçok kişi şiddetli bir biçimde demir dövüyorlardı. Burada silahlar, neredeyse sudan ucuzdu. Selamlayacağı insan sayısının azalmayacağını anladığında, adımlarını hızlandırdı ve şehrin meydanına doğru ilerledi. Kralla, mektuplaşarak görüşmüştü ve yanına gitmesine bile gerek yoktu. Gardiyanlar geldiğini haber verirlerdi. Ona bahşedilen eve doğru yürüdü. Yarın başlayacak olan dersler için neler yapacağını düşünmeye başlamıştı bile. "Yıllardır peşinde olduğum amacım, ilkem, düzenim.
Onun için en büyük adımı atmıştım bile…"

Sanora

Sevgiyle Kalın

Napaolis - Bölüm 2

Napaolis Bölüm 2

Titriyordu. Elleri, Ellerini hissetmiyordu. Hızlıca onları cüppesine koydu ve yapabildiğince sardı. Sadece elleri değil, her yeri sanki buzulların en soğuk köşesindeymişçesine donuyordu. Donma hissi o kadar fazlaydı ki artık yanma ile karışık berbat ve acı bir his veriyordu. Yağan kardan, hedefine olan uzaklığını kestiremiyordu. Artık başka yolu yoktu. Yakalanmaktan korkmuyordu. Çantası ile bedeni arasında takılı duran asasını aldı ve gözlerini kapattı. Yapabilir miydi? Denemekten başka yolu, bedeninden başka kaybedecek şeyi yoktu. Hızlıca birkaç sözcük mırıldandı ve asayı yere vurdu. Hiçbir şey. Hiçbir şey olmamıştı. Vazgeçmeden asayı bir daha yere vurdu, bu sefer hissediyordu. Asasını yere vurmasıyla, tahta kısmının ucu, en tepesi, parlamaya başladı. Başarmıştı. Asayı kaldırdı ve gözlerini kapatarak olacakları bekledi.

Soğuk gecede yükseliyordu, gitgide gökyüzüne doğru. Elleri, ayakları, her yeri parlıyordu. Uçuyordu fakat sanki bir kuvvet onu yukarı çekiyordu. Başını kaldırdı ve gördüğü tek şey gökyüzü olmuştu. Bu his, bu harikaydı. Isınmıştı. Gözlerini kapattı ve kendini çekime bıraktı. Ama? Ne oluyordu? Artık hiçbir şey hissetmiyordu, sadece boşluktaydı. Gözlerini açtı ve düştüğünü fark etti. Hızlıca, yaklaşık on bin ayaklık mesafeden düşüyordu. Elini geriye attı ve asasının olmadığını fark etti, hızı arttıkça yüzüne çarpan rüzgârın şiddeti, gözlerini açmasını gitgide zorlaştırıyordu. Çantası, o da yoktu. Tek hissedebildiği kahverengi cüppesinin ve kahverengi saçlarının uçuştuğuydu. Yere düştü. Acısız ve güç olmayan bir şekilde yere düştü. Bir yeri kanamıyor, bir yeri acımıyordu. Ayağa kalktı, fakat içinde yürümek için bile yeterince güç olmadığını fark edince yere bir çuval gibi yığıldı.


Gözlerini açtığında, yine karların arasındaydı. Hemen asasını ve çantasını kontrol etti, oradaydılar. Tamamen bir rüyaydı, ne göğe yükseldi, ne de aşağı düştü. "Yaptığım büyünün etkisi olsa gerek" diye düşündü. Cüppesini inceledi ve ufaktan yanık izleri vardı. Etrafındaki karlar da erimişti. Büyüsü başarılı olmuş, asasından fışkıran alevler onu kurtarmayı başarmıştı. Fakat o kadar yorgun düşmüş olmalıydı ki, uyuyakalmıştı. Başını kaldırdığında, şoka uğradı. Şehrin tam önündeydi! Surların dibinde, gardiyanların veya vatandaşların onu rahatlıkla görebilecekleri bir yerde. Bu nasıl olmuş olabilirdi ki? Sanki, biri onu uyutmuş ve buraya kadar taşımıştı. Bu bir daha tekrarlanmamalıydı. Büyü yaparken yakalansaydı, her şey başlamadan biterdi. Fakat bunun ileride de tekrarlanacağını tahmin bile edemezdi. 
Hedefine varmıştı. Yeni evine girmek, ve sıcak bir banyo yapmak istiyordu. Arkasını döndü ve Dev Kapının tahmini yerine doğru yürümeye başladı…


Sanora

Sevgiyle Kalın

Napaolis - Bölüm 1

Napaolis Bölüm 1


Karanlık bir geceye isyan edermişçesine parlayan küçük tahta bir bina ve içindeki meraklı sesler. Hikayeyi anlatan kişinin etrafına toplanmış sekiz kişi, gencinden yaşlısına merakla dinliyor hikayeyi. Birileri çayını yudumlayarak anlatıcının mum ışıklarının yansımalarıyla parlayan gözlerine bakıyor, bazıları ise arkasına yaslanarak, dikkatlice dinliyor. Adamın ağzından çıkan her sözcük, güçlü bir büyüymüşçesine fırlıyor ağzından, büyüyor ve gitgide yayılıyor. Sözcüklerin büyüsündekiler kendilerine gelemiyor ve dikkatlerini yoğunlaştırarak dinlemeye devam ediyorlar. Olayları izleyen bir yaşlı bir adam, siyah cüppesinin içinde, yüzünü neredeyse kapatmış uzun gri saç ve sakalları hariç hiçbir yeri gözükmüyor. Sadece başının eğik silueti ve çaprazlanmış kolları belli olabiliyor, mum ışıkları sayesinde. Hikayenin büyüsüne kapılmamayı başaran o adam, başını yavaşça kaldırıyor ve parlak gözleriyle doğrudan anlatıcıya bakıyor. Onda bir çağrışım uyandıran bu hikaye, gözlerindeki parlaklığı artırıyor. Zaten çok iyi bildiği hikayeyi bir daha, başkasından dinleme isteğiyle kaldırdığı başını hareket ettirmeden adama bakmaya devam ediyor. Oturan adam, anlatıcıya kulak veriyor ve onu duyuyor. Gördüğü tek gözler, onun gözleri. Duyduğu tek sözler, onun sözleri. Ve anlatıcı devam ediyor:


“Ve hikayemiz, burada başlıyor. Bu köyün yakınlarındaki büyük ve görkemli şehrin, Napaolis’in, kurulmasıyla. Dört büyük savaşçı, büyüye ve büyünün lanetine karşı açtıkları savaşı kazanıyorlar ve bu şehri kuruyorlar, büyüden kurtulmak isteyen herkes için. Bu şehir çok çabuk büyüyor ve güçleniyor, dünyanın tepesine oturuyor. Ta ki, “O” bu şehre girene kadar…”

Sanora


Sevgiyle Kalın.