Kasım 28, 2010

Napaolis - Bölüm 7

Napaolis Bölüm 7

 Her yer sessizleşmişti onun için. Hayatında bulunduğu en gürültülü ortamdaydı ama hiçbir ses duymuyordu. Yalnızca önündeki, oklarının ucunu tutuşturan zırhlı adamlardı tek gördüğü. Her şey iyice yavaşlamaya başlıyordu. Ta ki arkasından gelen uyandırıcı kuvvete kadar. Onu omzuyla istemsizce ittirip önüne geçen asker, diğerleri gibi okunu yaktı ve yayını gererek hazır tuttu. Ateşin başındaki adam:

    "Haydi! Seni bekliyoruz!"

diye bağırdı. Hemen sırtındaki yayını tuttu ve yukarıya doğru kaldırarak başının etrafından çıkardı. Sırtına taktığı sadağından bir ok çıkardı ve yaya yerleştirdi. Yıpranmış ve körelmiş metal okunun ucunu önce bir bezle yağladı, ardından ateşin üstüne tuttu. Birkaç saniye içinde yakıcı ve kaplayıcı alevler, okunun ucunu sarmıştı. Sanki her saniye okundaki alev büyüyor, büyüyor ve buradaki herkesi yutacak hale geliyordu. Belki o zaman kurtulabilirdi...


                                                           *****

 Anthrilién tahta masasının başındaki sandalyesine oturmuş, istemsizce sallanarak sandalyesini gıcırdatıyordu. Sanki sandalyesi çok hafiflemiş ve dayanıksızlaşmıştı. Belki de o ağırlaşıyordu. Yerdeki kılıcını aldı ve bir kısmını kınından çıkararak baktı. Bu şeyi yine mi kullanacaktı? Napaolis'e gelirken uyarılmıştı. Savaş durumlarında devlet çalışanları bile savaşa katılmak zorundaydı. Hiç istemiyordu. Korktuğundan mı, başka bir sebepten mi olduğunu ayırt edemez hale gelmişti. Ama yapmak zorundaydı. Plan için. Dünya için.


                                                           *****

 Hemen bir adım daha attı ve önündeki sıraya yerleşti. Tek sıra olmuş askerler, yaylarını aynı açıyla kaldırmış, ışıktan bir yol oluşturuyordu. Ama bu yol ışık kadar saf ve iyi değildi. Neden bu kadar uzun süre beklediklerini anlayamıyordu. Belki de şehri korkutmak, bir psikolojik savaş yaratmak içindi. Artık oku tutamaz hale gelmişti. Dayanamıyordu. Okunu tuttuğu sol kolunun dirseğiyle hemen yanındaki ateşçi başını dürttü. Orduda büyük saygısızlık olarak görülüyordu bu yaptığı. Ama okunu emirden erken bırakması daha da büyük bir saygısızlıktı. Kendisi kadar telaşlı olan adam saymaya başladı:

    "3!"

Yıkıma az kalmıştı.

    "2!"

Gözlerini kıstı.

    "1!"

Ve tamamen kapattı.

    "Ateş!"

 İki parmağı arasındaki ölümü ve acıyı saldı. İlk önce elinde başlayan ve her yerine yayılan bir özgürlük hissini yaşadı, ardından okun, tahta yayla arasındaki rahatsız edici olduğu kadar hızlı olan sesi duydu. Umuyordu ki oku birine isabet etmez. Umuyordu ki oku havada söner. Umuyordu ki o an, orada yok olur.
Gözlerini açtı ve havadaki binlerce oku gördü. O an, okların kuyruklu yıldızlara çok benzediğini fark etti. İkisi de çabucak silinen bir iz bırakıyordu arkalarında. İkisini de görenler, hemen aynı şeyi diliyorlardı. Okların ışıkları büyüdü ve hedeflerine ulaştılar. Ölen insanları göremeyeceği kadar uzakta olduğu için kendini şanslı hissediyordu. İçindeki buruk acıyla şehirdeki insanları gözünün önünde canlandırırken, bu acımasız oyun yine yanındaki askerin omzuyla yok olmuştu. Herkes ikinci okunu yakıyordu bile. Bu kadar cinayet yetmez miydi? Hemen sürüye uydu ve çobanlarının isteğini yerine getirmek için okunu alevlendirdi. Bu seferki atış daha çabuk geçmişti. Sonraki de. Ondan sonraki de. Ok yağmurlarının sonunda, ateş emirlerini veren adam yine bağırıyordu.

    "Silahlarınızı kuşanın! Yakın dövüşe hazır olun! Tanrılar yardımcımız olsun!"

 Herkes, yaylarını aldıkları yere geri yerleştirdi ve ilerlemeye başladı. Etrafına baktığında elinde bir mızrak, balta veya kılıç tutan birsürü insan görüyordu. Yüzlerindeki insansı ifade artık yok olmuştu. Tamamen çobanlarının bir koyunuydular. Sağ elini kınına götürdü ve kötü kılıcını çıkararak insanlarla birlikte yürümeye başladı. Biraz ilerde, Napaolis'in muhteşem kapısı aralanıyor ve atlılar, ardından yaya savaşçılar dışarı fırlıyordu. Hayatının en uzun yürüyüşüne çıkmış gibiydi.


                                                        *****


 Kral, yanındaki hizmetkarlarının ne kadar geride kaldıklarını önemsemeden hızla ilerledi ve meydandaki anıtın yanından geçti. Aradığı kişiyi evinde bulamamıştı. Bu saatte evinden başka bir yerde olduğu için onu tutuklayabilirdi. Ama tutuklarsa dünyanın en büyük ahmağı olarak görülürdü. Hızla akademiye girdi ve birkaç kapı ve koridordan daha geçtikten sonra fazla büyük olmayan eğitim alanına girdi. Aradığı kişi, tam tahmin ettiği yerde oturuyor ve sandalyesini gıcırdatıyordu.

    "Anthrilién! Anthrilién yardımın gerekli!"

 Anthrilién adının telafuz edildiğini duydu ve yavaşça başını kaldırdı. Saçları yüzünün bir kısmını kapatıyordu ve gözleri hala kılıcına kayıyordu.

    "Bi-bir savaş çıktı, hem de ittifağımızdan Nerfhia Krallığı, ka-kapımızda."

 Heyecandan kelimeleri birlikte bile kullanamaz hale gelmişti. Anthrilién yavaşça ayağa kalktı ve konuşmaya başladı;

    "Ne kadar yakındalar?"
    "Yirmi dakika uzaktalar."
    "Anladım."

dedi ve kralın yanından kapıya yürüyerek dışarı çıktı. Yavaşça şehirdeki son vakitlerinin tadını çıkarmaya çalışıyordu. Yanan evler veya yere yığılmış asker cesetleri, hiçbir şey bunu engelleyemiyordu. Ardına kadar açılmış kapıya yaklaştı ve ordunun arasından öne ilerleyerek en önde birer kahraman gibi duran generallerin yanına gitti. Attığı her adımda etrafındaki insanlar deliler gibi bağırıyor, onu alkışlıyorlardı. Doğrusu berbat bir günde nasıl moral verilir iyi biliyorlardı. Deminki tavrını ve ruh halini attığı her adımda yere bırakıyordu. Generalin yanına gitti ve atın üzerine oturmuş adamı selamladı.

    "Neden bekliyorsunuz?"
    "Onlar bize saldırıyor, defansif durmalıyız."
    "Deli misiniz siz? Atları yok ve bizde de atlar var, ezin geçin onları."

 General yıllardır savaşlarda emir almaya alışkın değildi. Bu yüzden ufak bir şoka uğradı ve sinirli bir yüz ifadesiyle Anthrilién'e döndü. Fakat Anthrilién generali umursamıyordu bile. Karşıda yaklaşan orduyu inceliyor ve oldukça meşgul görünüyordu. Birden generalin gözü acımaya başladı ve istemsizce gözünü kıstı. Başını kaldırdığında bir dağın arkasından doğan Güneş Ana'yı gördü. Atıyla birkaç adım gerileyerek orduya doğru döndü ve sağ elindeki kılıcını kaldırdı. Herkes motive edici bir konuşma bekliyordu, ama istedikleri yerine berbat bir cümleyle karşılaşmışlardı.

    "Saldırıyoruz! Hücum!"

 Askerlerden hiçbiri bunu beklemiyorlardı fakat emre uyarak ilerlemeye, koşmaya başladılar. Öndeki binlerce atlı çok daha önden gidiyordu. Generallerin ve Anthrilién'in bulunduğu kısım insan akışını yarıyordu. Anthrilién ordudan çok daha yavaş biçimde ama onunla birlikte yürümeye başladı. Karşı taraf, bu taaruza çok şaşırmıştı. Herkes yaylarına sarıldı. Onları alevlendirecek zaman bile yoktu. Bir kere atılabilen oklar en öndeki atlı sırasındaki birsürü atın ve askerin ölmesine ve yuvarlanarak arkadakilere zarar vermesine sebep olmuştu. Fakat kimse bunu umursamıyor, tüm hızıyla devam ediyordu. O alandan sağ çıkan hiçbir asker, atların mızraklarla ilk temas anını asla unutamayacaklardı. Bir mızraklı için bir atlı heba oluyor, arkasından gelen ikinci atlı ise orduyu ezerek gidebildiği mesafe kadar bir yol oluşturuyordu. Atlıların yarısı telef olduktan sonra ilerleyemez hale gelen Napaolis ordusu yakın savaş için hazırdı. İki tarafın askerleri de silahlarını avuçları içinde iyice sıkıyor ve yalnızca öldürmek için savuruyordu. Bir saniye içerisinde yüzlerce hayat bitiyordu.

 Anthrilién koşmaya başladı. Önündeki insan yığını onu hiç yavaşlatmıyordu bile. Onu görüp kenara çekilen askerler Anthrilién için bir yol oluşturmuşlardı. Onu fark etmeyenler de itilerek kenara savuruluyordu. Anthrilién hızlandı ve haykırarak zıpladı. Tam karşısındaki Nerfhia askerine doğru çaprazından savrulan kılıç omzundan itibaren beline kadar vücudunu kesiyor, derisini ayırıyor, iç organlarını görülür hale getiriyordu. Yere bir çuval gibi yığılan asker, Anthrilién'i hiç yavaşlatmamıştı. Soluna doğru ilerleyen kılıcı savrulduktan sonra yere inip yine soluna doğru bir kez döndü ve hemen önündeki askerin de kollarını kesti. Solundan savrulan baltayı fark etti ve eğilerek askerin bacaklarını kesti. Üzerine yığılan askeri fırlatmak amacıyla doğruldu ve ona doğrultulmuş olan kılıca karşı bir kalkan görevi gören askeri yere bıraktı. Cesede saplanmış, kendi kılıcına göre daha kısa olan kılıcı kanlar arasından çıkardı ve diğer elini aldı. İki elini de savurarak dönüyor, bir ölüm makinesi gibi etrafındaki askerlerin hepsini biçiyordu. Onun yarattığı boşluğa dalan Napaolis askerleri de ona yardımcı oluyordu. Hiçbir ordu, bu ekip karşısında duramazdı. Sol elindeki kılıcı bir askerin kafasına fırlattı ve etrafa fışkıran kanların altında, cesedin elindeki baltayı kaptı. Artık daha fazla insan kesiyor ve öldürüyordu. Bugünden sonra kendisinden nefret edecekti.


                                                    *****

 Neler oluyordu orada? Bir insanın ölmesi bu kadar kolay mıydı? Sanki bir hortum çıkmış, bu hortum insanları biçiyor ve çeşitli uzuvlarını etrafa saçıyordu. Hiç bu kadar korkmamıştı. Dayanamadı ve arkasını dönerek kaçmaya yeltendi. Fakat arkasında bir sürü insan vardı. Hemen önüne döndü ve ordunun ona çok yaklaştığını gördü. Bir sürü gri, parıldayan zırh arasında koyu renkli bir kumaş giyen birini görüyordu. Deli falan olmalıydı herhalde. Sağına baktı ve arkadaşının da kendisi kadar korkmuş olduğunu gördü. Arkadaşı ondan biraz daha ilerdeydi. Hızla dönen bir kılıç gördü. Arkadaşı sağ elini kaldırdı ve kılıcıyla savunmaya kalkıştı. Tabi ki hiçbir işe yaramamıştı. Dönen kılıç, önce arkadaşının sağ elini kesti. Kılıçla birlikte önüne fırlayan el, gözlerinde iki gündür hazırda bekleyen gözyaşlarının anahtarı oldu. Dayanamamıştı. Kılıcın ardından gelen yandaşı balta, arkadaşını ortadan ikiye bölmüş, tüm organlarını etrafa saçmıştı. Vücudunun yarısını artık arkadaşının kanı kaplıyordu. Hıçkırarak ağlıyordu. Arkadaşı için değil, kendisi için. Arkadaşı için artık bitmişti. Kurtulmuştu. Şimdi sıra ondaydı. Kafası bedeninden fırlamadan önce sön gördüğü, kılıç ile baltanın arasındaki gıpgri, kontrolden çıkmış gözlerdi. O gözler de, kendisininkiler kadar korkmuştu. Kafası sağa doğru savruldu ve başka birinin üstüne düştü. Acısız olduğu için çok minnettardı.

 Anthrilién kontrolü eline aldı ve katliamı kesti. Daha fazla yapamazdı. Gözleri karardı ve vücudundaki tüm kan, hızlıca çekiliyormuş gibi hissetti. Diğer cesetler gibi yere yığıldı.

Sanora
Sevgiyle Kalın

Kasım 21, 2010

Napaolis - Bölüm 6


Napaolis Bölüm 6

Zifiri karanlık. Sanki krallıklarında buldukları tüm metal parçalarını üzerlerine takmışlar gibi giyinen, amatör askerlerin tek gördükleri buydu. Çok yavaş adımlarla ilerlediler. Bomboş bir ovadalardı. Bu ova o kadar büyükti ki görebildikleri tek yükseklik, ufuk çizgisindeki minik dağdı. Yüzlerce kişiyi içeren gruptaki askerlerden biri elini, zincirlerden özensizce işlenmiş zırhının altına götürdü ve sol göğsünü kaşıdı. Bu zırhlardan mıydı yoksa bir ok gibi göğsünden fırlayacak kadar hızlı atan kalbinden miydi o da bilemiyordu. Tüm grupla birlikte yavaş adımlarla ilerlerken başını hafifçe sağa çevirdi ve yanındaki askerin arkadaşı olduğunu umarak;

    "Ne kadar kaldı sence? Yürümekten ayaklarım su topladı. Bu halde nasıl savaşabiliriz ki?" dedi.

Arkadaşı umursamaz bir tavırla ona döndü.

    "Mola veririz merak etme. Hem mızlanacaksan, savaşa neden geldin ki?"
    "Kes sesini. Sadece yoruldum."
    "Merak etme, birazdan tüm yorgunlukların bitecek." dedi.

Önce sırıtmaya sonra da dayanamayıp sessiz kahkalarla gülmeye başladı. Bu ufak diyaloğa kulak misafiri olmuş olan tüm askerlerde "mızmız çocuğa" gülüyorlardı. Soruyu sorduğuna bin pişman olan genç savaşçı, hiç bu kadar utandığını hatırlamıyordu. İçinde hem yüzünü oldukça kızartan berbat bir utanç duygusu ve ölüm korkusu yavaşça yayılıyordu. Yavaşça karnını ve kalbini ağrıtıyor, sanki tüm organlarını ateşe veriyorlarcasına sızlatıyordu. Boğazındaki kuruluk da buna hiç yardımcı olmuyordu. Kendini topladı ve tam savunma yapacakken arkasını döndüğünde, askerlerin çoktan gülmeyi kesmiş olduklarını, hatta kendi birkaç saniye önceki durumunun etrafındaki tüm askerlere yayılmakta olduğunu fark etti. Önüne döndü ve grubun ön taraflarında bir karmaşa hissetti. Askerler düzenli veya sessiz bir biçimde ilerlemiyor, sağa sola savrularak bölünüyorlardı. İçini sozsuz bir korku kapladı, gözleri açılmıştı. Ne yapacaktı? Burada ölürse, her şey bitecek miydi onun için? Ama yapacağı daha çok şey vardı. Hayallerine ne olacaktı? Sağ elini, belindeki ahşap kına geçirilmiş, eski ve körelmiş kılıcının demir ve ezilmiş kabzasına götürdü. Yanaklarından su damlaları yavaşça aşağıya doğru ilerliyordu. Bunların ter mi, gözyaşı mı, yoksa önündeki grupta olan bir katliamdan sıçrayan şeyler mi olduğunu ayırt edemiyordu. Önünde yalnızca ufak bir asker kavgası çıkmış olduğunu, bir sorun olmadığını onlarca kez kendine teselli eder gibi tekrarladı. Grup iyice dağıldı, Sağa ve sola savrulan insanlarda bir yara bere göremiyordu. En sonunda, önündeki askerin omzunda bir el gördü. Dayanamıyordu. Kılıcını parçalayacak kadar sertçe sıktı ve tüm gücüyle çekti. Deli gibi haykırıyordu. önündeki askerde sol tarafına fırladı ve oldukça tanıdık bir yüz belirdi. Kendi bölüklerinin komutanı, oldukça sinirli bir ifadeyle ama ağzını açmadan ona bakıyordu. Kılıcını elinden bıraktı ve istemsizce titreyerek komutana baktı.

    "Bu ne cüret?" dedi fısıldar gibi.
    "A-afedersiniz." diyebildi sadece o da komutan gibi fısıldayarak.

Onu da sola doğru itekledi ve normal bir ses tonuyla,

    "Biz burada, yakalanmamak için sessizce ilerliyoruz ve siz umursamadan haykıra haykıra gülüyorsunuz. Eğer bir ses bile duyarsam, hepinizin kellesini alırım." dedi.

Ortamda hiçbir ses çıkmadığı için herkes rahatlıkla duyabilmişti. Dediklerinden çok daha sinirli olduğu ve hiç tatmin olmadığı belliydi. Ama bağıramaz, ses çıkaramazdı. Komutan askerleri bölerek oluşturduğu yoldan geri ilerlerken, komutanın iyice uzaklaştığını gören askerlerden birisi,

    "Savaşta da kendin savaş o zaman." dedi oldukça kısık bir sesle.

Askerler bu yoruma bayılmıştı ama kimse ağzını bile açamadı. Savaş yerleri olan Napaolis'e gelen kadar, kimseden en ufak bir ses bile çıkmamıştı. Anlaşılan herkes bir şeyleri düşünmekle meşguldü. Yalnızca yanındaki arkadaşı Napaolis'e iyice yaklaştıklarında bir şeyler söyleyebilmişti.

    "Giliarth."
    "Efendim?"
    "Afedersin."


 *****

Napaolis sokaklarındaki insan sayısı gitgide azalmıştı. Geceleri, güneş battıktan sonra sokağa çıkmak yasaktı. Tavernalara sadece askerler gider, yer, içer, zilzurna sarhoş olur, tavernada çalışan kadınlara sarkar, ardından kavga çıkararak para ödemeden giderlerdi. Artık tavernacılar için bir rutin haline gelmiş olan bu durum, kraliyet ailesi için ise hiçbir önem teşkil etmiyordu.
Küçük sarışın çocuk, eşyaların kaldırılmış olduğu pazar yerinde, bir sandığın arkasına çömelmiş, yolun ucundaki askerlerin geçmesini bekliyordu. Askerler uzaklaştıktan sonra hızlı ama sessiz bir şekilde ilerledi ve meydandaki anıtı geçerek okullarına doğru ilerledi. Tarif edilemez bir heyecan içindeydi. Tahta kapıyı yavaşça açtı ve koridorda kimsenin olmadığından emin olduğunda sınıfına doğru ilerledi ve içeri girdi. Normalde bu saatte kapalı olması gereken sınıf, Anthrilién çalışmak istediği için açık bırakılmıştı. Sınıfın öbür ucundaki masasında, kapıya sırtı dönük bir şekilde oturan hocasını gördüğünde, heyecanı ikiye katlandı ve koşarak yanına geldi.

    "G-geldim." dedi.

Gözü tüm sınıfı süzüyor, büyü hocasını arıyordu.

    "Hoşgeldin. Hazırsan başlayalım."
    "Hazırım ama, tanıştıracağınız kişi nerede? Gelemedi mi yoksa?"
    "Geldi, tam karşında."

dedi ve çocuğa bakarak gülümsemeye başladı. Çocuk, duyduklarına inanamıyordu. Ağzı şaşkınlıkla açıldı ve iki eli de ağzını kapatmak için refleks olarak oraya gitti.

    "S-siz, bü-büyücü müsünüz?"

kelimelerini ağzından çıkarabilmek için oldukça çaba sarfetmişti.

    "Evet. Hem de oldukça iyi bir büyücüyüm. Haydi, ağzını kapat da başlayalım." dedi ve arkasını dönerek masasında duran kitapların arasından bir eldiven, uzun bir asa ve kısa bir sihirbaz asası çıkardı.
    "Temel büyü eşyalarını tanıyabilmen lazım."

Anthrilién çoktan derse girmişti bile ama çocuk hala şoku atlatamamıştı. Birkaç saniye içinde kendini toparladı ve pür dikkat öğretmenine yoğunlaştı.

    "İlk olarak, asa. Asalar en çok kullanılan büyü eşyasıdır. Unutma, asa bir silah değildir. Gerektiğinde bir yardımcı, bir yoldaştır. Mesela bu benim asam." dedi sağ elindeki uzun, tahta asayı göstererek. Ardından devam etti.

    "Asalar her türlü büyü için kullanılabilirler. Her büyü dalına eşit şeklide dağılmıştır güçleri." Asayı masaya bırakarak diğer elindeki kısa sihirbaz asasını göstererek devam etti.
    "Sihirbaz asaları." dedi, içindeki çekememezliği dışarı vurarak. Asayı iki ucundan tuttu ve bükerek kırdı. Ardından hiçbir saygı belirtisi göstermeden yere fırlattı.
    "Yalnızca hokkabazların işi. İlüzyon, bir büyü alt dalıdır. Ama hokkabazlarınki büyü değildir. Bunu unutma." dedi.

Çocuk, her dediğinin her kelimesini ses tonuna kadar zihnine kazıyor, her cümlesinin sonunda başını ufak bir hareketle öne doğru sallıyordu. Anthrilién eline eldivenini aldı ve giydi.

    "Eldivenlerle önceden karşılaşmış olduğunu zannetmiyorum. Eldivenler, yalnızca meraklıları tarafından tercih edilir. Tamamen elemental büyüler içindir. Mesela bir alev topu fırlatmak gibi. Veya bir rüzgar dalgası. Anthrilién'in söylediği her büyüde çocuk iyice heyecanlanıyordu.

    "Her neyse, şimdi şu asayı eline al ve dediklerimi uygula." dedi Anthrilién ve arkasını dönerek masasının üzerindeki diğer, daha kısa ve daha güçsüz asayı ona uzattı. Çocuk asayı eline ve aldı ve iki eliyle kavradı.

    "Buna bayıld-"

Cümlesini tamamlayamadan dışarıdan bir bağırma sesi gelmişti. Anthrilién kafasını pencereden dışarı çıkardı. Askerlerden biri delirircesine emirler yağdırarak haykırıyor, etrafındakiler korku ve telaşla yerine getirmeye çalışıyorlardı.

    "Kahretsin!"

Napaolis, bir savaş ve savaşcı kentiydi. Buranın halkı artık ufak savaşlara alışkındı ama askerlerin tepkilerine göre büyük bir savaş geliyordu. Elanon,

    "Ne oluyor? Ne var?" diye telaşlı sorularla Anthrilién'in zihnini meşgul ediyordu.

    "Çabuk! Asayı ver bana!" diye bağırdı Anthrilién çocuğun vermesini beklemeden asayı elinden alırken. Masasındaki tüm kitapları topladı ve asalarla birlikte masasının altındaki sandığa kilitledi.

    "Ne oluyor?" diye tekrarladı çocuk.
    "Bir ordu yaklaşıyor. Savaş olacak, kahretsin! Bu şehirden nefret ediyorum!"

Çocuk da Anthrilién kadar telaşla,

    "Eve gitmem gerek!" diye bağırdı ve arkasına bakmadan odadan çıktı. Anthrilién sandalyesine oturdu ve çaresizce askerlerin bağırışlarının azalmasını dileyerek bekledi.
  

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Kasım 15, 2010

Gecikme

Bayram nedeniyle 6.bölüm biraz gecikti. Çok özür diliyorum en yakın zamanda ekleyeceğim :)

Kasım 07, 2010

Napaolis - Bölüm 5

Napaolis Bölüm 5

   "Sağ ayak öne. Hayır, hayır. O ayağın sol Milian, ben sağ ayak diyorum. Evet, evet o."
Küçük esmer çocuk, sağ ayağını öne doğru götürdü ve kılıcını kaldırarak tüm gücüyle savurdu. Kılıcı, arkadaşının koluna gitmiş ve sessiz bir inişle sonlanabilmişti yalnızca.
    "Harika!"
Anthrilién, çocuğun başarmasına tüm içtenliğiyle sevinmişti. Bu sevinci, çocuğa bir moral patlaması şeklinde yansıdı ve kamburunu yok edip, yiğit savaşçılar gibi dimdik durmaya çalıştı. Fakat bu rahatsız edici durumdan vazgeçti ve gülümseyerek bedenini eski haline getirdi.
    "Son arkadaşınız da başarıyla tamamladığına göre, sonraki konuya geçelim. Lütfen herkes birer kalkan alsın!"

Çocuklar, başka bir konuyu daha başarıyla tamamlamanın sevinciyle hızlıca kalkanlara doğru yarışarak ilerlediler. Küçücük bedenleriyle günlerinin her dakikasını oyuna çevirebiliyorlardı. İlk varan hemen aralarından en güzel ve en az yıpranmış olanını seçti ve zafer edasıyla kalkanını havaya kaldırarak sırıttı. Dünyanın hakimi oydu.

Ufak tartışmaların, kötü kalkanları almış olmanın yarattığı asık suratların hüküm sürdüğü grup tekrar sıraya geçti ve öğretmenlerinden gelecek yeni talimatları beklediler. Öğretmenleri tam karşılarına geçti ve konuşmaya başladı:

   "Bir kalkanın ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmeyen yoktur herhalde."
Sıranın en kenarındaki çocuğun, bu kalkan denen yassı tahta parçasının ne işe yaradığına dair hiçbir fikri yoktu. Başını soluna çevirip diğer arkadaşlarına baktı, anlaşılan ondan başka herkes kalkanların ne işe yaradığını biliyordu. Utancından parmağını kaldıramadı ve sanki herkesten çok biliyormuş gibi bir ifade takınarak dinlemeye devam etti. Arasıra etrafına sıkıntılı sıkıntılı bakıyor, diğer çocuklara "dinlememe gerek bile yok" şeklinde bir ifade vermeye çalışıyordu.
  
    "Kalkanınız, sol elinize geçirili durur. Kılıcınızla bir bütündür. Rakibinizden gelen darbelere karşı korunmak, savaştan sağ çıkmanın en önemli adımıdır."

Artık sıranın kenarındaki çocuk bir kalkanın ne işe yaradığını biliyordu.

   "Kalkanınız ve kılıcınız, savaşın içinde ayaklarınızla da bir bütün halinde olmalıdır. Sağ elinizdeki kılıcı savururken, sağ ayağınızla öne doğru ufak bir hamle yaparsınız." dedi Anthrilién ve dediklerini aynen uyguladı. Öncelikle sağ ayağını biraz öne götürdü, ardından geride kalan bedeniyle birlikte, elindeki kılıcı ileri hücum ettirerek savurdu.
   "Kalkanınız için de aynı şey geçerlidir. Sol ayak, bir adım öne." dedi ve söylediklerini tekrar uyguladı.

    "Ve son olarak, en önemlisi. Bunları yaparken, ayaklarınızı korumayı ihmal etmeyin." diye ekledi ve çocukların aynılarını yapmaları için işaret etti. Tüm çocuklar çalışmalarına başlayıp, hep bir ağızdan "Önce sağ, sonra sol!" şeklinde hızlı ve ritmik bir tekerleme söylerek denilenleri aynen yapıyorlardı. Bir çocuk hariç.
Sırada soldan ikinci, sarışın çocuk, denilenleri yapmaya bile çalışmıyordu. Yalnızca kılıcını ve kalkanını elinde tutuyor, buradaki her dakikasından nefret edercesine etrafını süzüyordu. Anthrilién yavaşça yanına gitti ve dizleri üzerine çökerek önünde durdu.

    "Neden denemiyorsun?" dedi, teselli edici, yumuşak bir sesle.
    "Çünkü istemiyorum."
    "Peki, ne istiyorsun?"
    "Büyü."
Çocuğun ağzından fısıltıyla çıkan sözler, Anthrilién'e sanki bir haykırma gibi gelmişti. Küçücük bir çocuğun büyüyü arzulaması, özellikle de Napaolis'te. Olanaksız gibiydi. İri iri açılmış gözleriyle çocuğa bakabildi sadece. Ne diyeceğini bilemiyordu.
    "Ne oldu, beni cezalandıracak mısın?"
Anthrilién kendine gelmeye çalıştı ve başardı. Gözlerini tekrar kıstı, önce bakışlarını yere çevirdi, sonra tekrar çocuğa döndü ve;
    "Peki, Neden?" dedi.
    "Dünyada yapılması gereken çok şey var çünkü. Bu işleri de saçma kılıç oyunlarıyla yapamam. Büyü öğrenmem gerekli. Bunun için de tek ihtiyacım olan bir büyü hocası." dedi.
    "O zaman, yarın güneş batınca bu ders odasına gel, seni bir arkadaşımla tanıştırayım."
   "C-cidden mi? Bu harika!" diye bağırdı çocuk. Biraz kontrolsüzce bağırmıştı. Diğer çocuklar çalışmalarını duraklattı ve başlarını çevirerek Anthrilién ve çocuğu süzdüler. Birkaç saniye sonra hepsi tekrar çalışmalarına dönmüşlerdi.
    "Söyle bakalım, adın nedir?"
    "Elanon, efendim."
    "Peki Elanon, büyüyü nereden duydun?"
    "Şehre giren tüccarlardan birisi çantasından bi kitap düşürmüştü. Orada okudum. Birkaç sene önce. O günden beri büyü öğrenmek istiyorum. Size bir şey sorabilir miyim efendim?"
    "Tabi, nedir?"
    "Bana bu iyiliği neden yapıyorsunuz?"
    "Belki de peşinden gitmemiz gereken tek fikir, çocukluk hayallerimizdir."  dedi ve gülümseyerek doğruldu. Arkasını dönerek birkaç adım ilerledi ve çocukların dersine geri döndü. Elanon ise, öğretmeninin dediklerini düşünmekle meşguldü.

Sanora
Sevgiyle Kalın