Kasım 21, 2010

Napaolis - Bölüm 6


Napaolis Bölüm 6

Zifiri karanlık. Sanki krallıklarında buldukları tüm metal parçalarını üzerlerine takmışlar gibi giyinen, amatör askerlerin tek gördükleri buydu. Çok yavaş adımlarla ilerlediler. Bomboş bir ovadalardı. Bu ova o kadar büyükti ki görebildikleri tek yükseklik, ufuk çizgisindeki minik dağdı. Yüzlerce kişiyi içeren gruptaki askerlerden biri elini, zincirlerden özensizce işlenmiş zırhının altına götürdü ve sol göğsünü kaşıdı. Bu zırhlardan mıydı yoksa bir ok gibi göğsünden fırlayacak kadar hızlı atan kalbinden miydi o da bilemiyordu. Tüm grupla birlikte yavaş adımlarla ilerlerken başını hafifçe sağa çevirdi ve yanındaki askerin arkadaşı olduğunu umarak;

    "Ne kadar kaldı sence? Yürümekten ayaklarım su topladı. Bu halde nasıl savaşabiliriz ki?" dedi.

Arkadaşı umursamaz bir tavırla ona döndü.

    "Mola veririz merak etme. Hem mızlanacaksan, savaşa neden geldin ki?"
    "Kes sesini. Sadece yoruldum."
    "Merak etme, birazdan tüm yorgunlukların bitecek." dedi.

Önce sırıtmaya sonra da dayanamayıp sessiz kahkalarla gülmeye başladı. Bu ufak diyaloğa kulak misafiri olmuş olan tüm askerlerde "mızmız çocuğa" gülüyorlardı. Soruyu sorduğuna bin pişman olan genç savaşçı, hiç bu kadar utandığını hatırlamıyordu. İçinde hem yüzünü oldukça kızartan berbat bir utanç duygusu ve ölüm korkusu yavaşça yayılıyordu. Yavaşça karnını ve kalbini ağrıtıyor, sanki tüm organlarını ateşe veriyorlarcasına sızlatıyordu. Boğazındaki kuruluk da buna hiç yardımcı olmuyordu. Kendini topladı ve tam savunma yapacakken arkasını döndüğünde, askerlerin çoktan gülmeyi kesmiş olduklarını, hatta kendi birkaç saniye önceki durumunun etrafındaki tüm askerlere yayılmakta olduğunu fark etti. Önüne döndü ve grubun ön taraflarında bir karmaşa hissetti. Askerler düzenli veya sessiz bir biçimde ilerlemiyor, sağa sola savrularak bölünüyorlardı. İçini sozsuz bir korku kapladı, gözleri açılmıştı. Ne yapacaktı? Burada ölürse, her şey bitecek miydi onun için? Ama yapacağı daha çok şey vardı. Hayallerine ne olacaktı? Sağ elini, belindeki ahşap kına geçirilmiş, eski ve körelmiş kılıcının demir ve ezilmiş kabzasına götürdü. Yanaklarından su damlaları yavaşça aşağıya doğru ilerliyordu. Bunların ter mi, gözyaşı mı, yoksa önündeki grupta olan bir katliamdan sıçrayan şeyler mi olduğunu ayırt edemiyordu. Önünde yalnızca ufak bir asker kavgası çıkmış olduğunu, bir sorun olmadığını onlarca kez kendine teselli eder gibi tekrarladı. Grup iyice dağıldı, Sağa ve sola savrulan insanlarda bir yara bere göremiyordu. En sonunda, önündeki askerin omzunda bir el gördü. Dayanamıyordu. Kılıcını parçalayacak kadar sertçe sıktı ve tüm gücüyle çekti. Deli gibi haykırıyordu. önündeki askerde sol tarafına fırladı ve oldukça tanıdık bir yüz belirdi. Kendi bölüklerinin komutanı, oldukça sinirli bir ifadeyle ama ağzını açmadan ona bakıyordu. Kılıcını elinden bıraktı ve istemsizce titreyerek komutana baktı.

    "Bu ne cüret?" dedi fısıldar gibi.
    "A-afedersiniz." diyebildi sadece o da komutan gibi fısıldayarak.

Onu da sola doğru itekledi ve normal bir ses tonuyla,

    "Biz burada, yakalanmamak için sessizce ilerliyoruz ve siz umursamadan haykıra haykıra gülüyorsunuz. Eğer bir ses bile duyarsam, hepinizin kellesini alırım." dedi.

Ortamda hiçbir ses çıkmadığı için herkes rahatlıkla duyabilmişti. Dediklerinden çok daha sinirli olduğu ve hiç tatmin olmadığı belliydi. Ama bağıramaz, ses çıkaramazdı. Komutan askerleri bölerek oluşturduğu yoldan geri ilerlerken, komutanın iyice uzaklaştığını gören askerlerden birisi,

    "Savaşta da kendin savaş o zaman." dedi oldukça kısık bir sesle.

Askerler bu yoruma bayılmıştı ama kimse ağzını bile açamadı. Savaş yerleri olan Napaolis'e gelen kadar, kimseden en ufak bir ses bile çıkmamıştı. Anlaşılan herkes bir şeyleri düşünmekle meşguldü. Yalnızca yanındaki arkadaşı Napaolis'e iyice yaklaştıklarında bir şeyler söyleyebilmişti.

    "Giliarth."
    "Efendim?"
    "Afedersin."


 *****

Napaolis sokaklarındaki insan sayısı gitgide azalmıştı. Geceleri, güneş battıktan sonra sokağa çıkmak yasaktı. Tavernalara sadece askerler gider, yer, içer, zilzurna sarhoş olur, tavernada çalışan kadınlara sarkar, ardından kavga çıkararak para ödemeden giderlerdi. Artık tavernacılar için bir rutin haline gelmiş olan bu durum, kraliyet ailesi için ise hiçbir önem teşkil etmiyordu.
Küçük sarışın çocuk, eşyaların kaldırılmış olduğu pazar yerinde, bir sandığın arkasına çömelmiş, yolun ucundaki askerlerin geçmesini bekliyordu. Askerler uzaklaştıktan sonra hızlı ama sessiz bir şekilde ilerledi ve meydandaki anıtı geçerek okullarına doğru ilerledi. Tarif edilemez bir heyecan içindeydi. Tahta kapıyı yavaşça açtı ve koridorda kimsenin olmadığından emin olduğunda sınıfına doğru ilerledi ve içeri girdi. Normalde bu saatte kapalı olması gereken sınıf, Anthrilién çalışmak istediği için açık bırakılmıştı. Sınıfın öbür ucundaki masasında, kapıya sırtı dönük bir şekilde oturan hocasını gördüğünde, heyecanı ikiye katlandı ve koşarak yanına geldi.

    "G-geldim." dedi.

Gözü tüm sınıfı süzüyor, büyü hocasını arıyordu.

    "Hoşgeldin. Hazırsan başlayalım."
    "Hazırım ama, tanıştıracağınız kişi nerede? Gelemedi mi yoksa?"
    "Geldi, tam karşında."

dedi ve çocuğa bakarak gülümsemeye başladı. Çocuk, duyduklarına inanamıyordu. Ağzı şaşkınlıkla açıldı ve iki eli de ağzını kapatmak için refleks olarak oraya gitti.

    "S-siz, bü-büyücü müsünüz?"

kelimelerini ağzından çıkarabilmek için oldukça çaba sarfetmişti.

    "Evet. Hem de oldukça iyi bir büyücüyüm. Haydi, ağzını kapat da başlayalım." dedi ve arkasını dönerek masasında duran kitapların arasından bir eldiven, uzun bir asa ve kısa bir sihirbaz asası çıkardı.
    "Temel büyü eşyalarını tanıyabilmen lazım."

Anthrilién çoktan derse girmişti bile ama çocuk hala şoku atlatamamıştı. Birkaç saniye içinde kendini toparladı ve pür dikkat öğretmenine yoğunlaştı.

    "İlk olarak, asa. Asalar en çok kullanılan büyü eşyasıdır. Unutma, asa bir silah değildir. Gerektiğinde bir yardımcı, bir yoldaştır. Mesela bu benim asam." dedi sağ elindeki uzun, tahta asayı göstererek. Ardından devam etti.

    "Asalar her türlü büyü için kullanılabilirler. Her büyü dalına eşit şeklide dağılmıştır güçleri." Asayı masaya bırakarak diğer elindeki kısa sihirbaz asasını göstererek devam etti.
    "Sihirbaz asaları." dedi, içindeki çekememezliği dışarı vurarak. Asayı iki ucundan tuttu ve bükerek kırdı. Ardından hiçbir saygı belirtisi göstermeden yere fırlattı.
    "Yalnızca hokkabazların işi. İlüzyon, bir büyü alt dalıdır. Ama hokkabazlarınki büyü değildir. Bunu unutma." dedi.

Çocuk, her dediğinin her kelimesini ses tonuna kadar zihnine kazıyor, her cümlesinin sonunda başını ufak bir hareketle öne doğru sallıyordu. Anthrilién eline eldivenini aldı ve giydi.

    "Eldivenlerle önceden karşılaşmış olduğunu zannetmiyorum. Eldivenler, yalnızca meraklıları tarafından tercih edilir. Tamamen elemental büyüler içindir. Mesela bir alev topu fırlatmak gibi. Veya bir rüzgar dalgası. Anthrilién'in söylediği her büyüde çocuk iyice heyecanlanıyordu.

    "Her neyse, şimdi şu asayı eline al ve dediklerimi uygula." dedi Anthrilién ve arkasını dönerek masasının üzerindeki diğer, daha kısa ve daha güçsüz asayı ona uzattı. Çocuk asayı eline ve aldı ve iki eliyle kavradı.

    "Buna bayıld-"

Cümlesini tamamlayamadan dışarıdan bir bağırma sesi gelmişti. Anthrilién kafasını pencereden dışarı çıkardı. Askerlerden biri delirircesine emirler yağdırarak haykırıyor, etrafındakiler korku ve telaşla yerine getirmeye çalışıyorlardı.

    "Kahretsin!"

Napaolis, bir savaş ve savaşcı kentiydi. Buranın halkı artık ufak savaşlara alışkındı ama askerlerin tepkilerine göre büyük bir savaş geliyordu. Elanon,

    "Ne oluyor? Ne var?" diye telaşlı sorularla Anthrilién'in zihnini meşgul ediyordu.

    "Çabuk! Asayı ver bana!" diye bağırdı Anthrilién çocuğun vermesini beklemeden asayı elinden alırken. Masasındaki tüm kitapları topladı ve asalarla birlikte masasının altındaki sandığa kilitledi.

    "Ne oluyor?" diye tekrarladı çocuk.
    "Bir ordu yaklaşıyor. Savaş olacak, kahretsin! Bu şehirden nefret ediyorum!"

Çocuk da Anthrilién kadar telaşla,

    "Eve gitmem gerek!" diye bağırdı ve arkasına bakmadan odadan çıktı. Anthrilién sandalyesine oturdu ve çaresizce askerlerin bağırışlarının azalmasını dileyerek bekledi.
  

Sanora
Sevgiyle Kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Eleştirilerinizi veya yorumlarınızı lütfen esirgemeyin.